Anne Analık

Hani bazen durursunuz bir resim karşısında. Ressam ne güzel yapmıştır. O ne güzel tasarımdır. Saatlerce durur karşısında düşünür dalar gidersiniz.

Anne. Türk kültüründe ne zaman başladı acaba? Görünen o ki Ana idi evveliyatı. Sonra İstanbul türkçesinin kıvrımları ile anne oldu. Kökene bakmak lazım.

M.S. birinci bin yıldan önceki metinlerde ana/ane olan bir kelime. Çocuk lehçesindeki  n‘in tekrarlaması ile anne olmuş. Ne hoş değil mi? Anne şefkati, çocuk masumiyeti bir arada.

Annelik de öyle. İstanbulî bir kelime olabilir. Ki öyledir de. Bir yumuşakşık hakim.

Peki ya analık?

İçanadolu’nun bazı yürelerinde kullanılır; babanın ikinci eşi. Birincisi vefat ettikten sonra aldığı hanım. 

Evet, vefat ettikten sonraki. Zira boşanmak anadolu insanının aklından geçmez. “Pazara kadar değil, mezara kadar”dır akitler.

En kuvvetlisi, bir başka ocaktan emanet alınan eş.

Analık?

Sert bir kelime değil mi? Nerede anne/annelik’deki yumuşaklık? Keskin. Hırçın.

Bir üveylik var; bir yabancılık. Gariplik. Hoşgörmezlik kokusu. 

Babanın  mecburen aldığı ikinci hanım.

Çocukları garip kalmasın, aç kalmasın, hor olmasınlar diye aldığı.

Bir kelime sadece. Ama, Van Gogh’un resmi, Michelangelo’un heykeli, Necip Fazıl’ın şiiri gibi. Dalıp gidersin. Hikaye yazarsın; belki roman.

Matthew Stanford Robison’un mezar taşı gibi. Hayat hikayesi oracıktadır; gözünün önünde.

Analıklar, analık etmesin.

Annesiz kalmasın çocuklar; analı kuzu, kınalı kuzudur zira.

Yorum bırakın