A4 Savaşını Sevgi Kazanacak

İngiltere polisi alarmda.

John Locke’nin çocukları, onun buyurduğu gibi “zevk ve acı”nın kölesi ve “mülkiyetinin mutlak efendisi” olarak insanlığın yüz karası olmayı mı tercih edecek?

Francis Bacon’ın öğrencileri, “fırsat yaratan”, “elindekileri muhafaza eden (dağıtmayan)” olarak, kendi toplumunu da mı yok edecek?

Kendilerini medeniyetin sahibi sayan mağrur ingiliz utançları ile yüzleşmeye hazır mı?

Kirli sarı saçlı ingiliz çocuk, teşekkürden önce nefreti öğreniyor. Neden mi? Beden dili kelimelerden daha önemli de ondan. Nefret suçu patlama yapmış durumda İngiltere’de. Sadece fikir olarak kalsa iyi. Fakat bu suç, düşünce suçu değil artık ingiliz toplumunda. Eyleme dökülmüş durumda.

“Hedefine ulaşamamışsa da, bütün yaşamını gerçeğe ve doğruluğun coşkusuna adamış” Diderot’unuzdan utanacaksınız. Sadece Müslüman olduğu için bir savunmasız bir kıza saldırılır mı? Yalnız farklı ırktan olduğu için eyleme dökülmüş nefret. Buna nefret suçu demek, suçu hafifletmekten başka işe yaramıyor.

Utanç verici verileri yayınlarken de mi yüzünüz kızarmıyor acaba?

Punish a Muslim day”, 3 nisan için ilan edilmiş. Sadece var olduğu için bir masuma küfretmek en hafifi. Başörtüsünü çekmek, yumruk atmak, bıçaklamak. En sonuncusu Mekke’yi yok etmek. Bir A4 kağıdı ile çoğaltılmış mesajlar, İngiltere’nin her yerinde. Her yaptığınız pislik, size ayrı puan kazandıracak.

Sayıları az da olsa müslüman sivillerin yanında olan ingiliz vatandaşlar da karşı bir kampanya düzenlemiş durumda:Love a Muslim day. Bu karşı hareket de A4 savaşına sevgi ile yaklaşmayı amaçlıyor. Her güzel hareket, ayrı puan.

Bence sevgi kazanacak.

Vatandaşı Tarafından Sevilmek Suç mu?

“The new caudillos are on the rise”

“The fall of the Berlin Wall in 1989”

“These new caudillos have little respect for individual rights”

“Washington and Europe ignore them at their own risk”

“Recep Tayyip Erdogan in Turkey, Nicolas Maduro in Venezuela, Viktor Orban in Hungary, Vladimir Putin in Russia”

“opponents arrested and jailed”

Henri J. Barkey, The American Interest’de çıkan son makalesine bu vurgularla başlamış. Günümüzde makale okur yazarlığının, başlıklardan ibaret kaldığını, sosyal medyada 100 makalenin 59’unun içeriği hakkında bilgi sahibi olunmadan paylaşıldığı bilinen gerçek. Mr Barkey de, etkin yazılarını kullanırken, bu bilgilerin farkında olduğu aşikar. Bu sebeple, Mr Barkey’in makalesini değerlendirmek istedik.

Henry J Barkey, 4 dünya liderini göz önüne sunmuş. 206 ülkenin arasından seçilmiş olan bu liderlere, Barkey’in yakından tanıdığını düşündüğüm Mısır lideri Sisi’yi de koyarak bir genel değerlendirme yaparak, bu makalenin temelsizliği hakkında fikir vermek istedim.

makalenin temelsizliği hakkında fikir vermek istedim.

Mr Barkey, göz önüne getirdiği ve totaliter, rakiplerini elimine etmek için her fırsatı değerlendiriyorlar etiketini yapıştırdığı 4 liderin benzerlikleri var. İniş çıkışlar görünse de, kendi ülkelerinde popüler olan, en yakın rakibi %20 ler civarında ülkelerinde tercih ediliyor olmaları.

Kendilerinin %50 veya daha çok popüler ve güvenilir olmalarının yanında, ABD ile olan ilişkilerinin de benzerliği, sorgulanması gerekmektedir. Dünya gündemini belirleyen ABD, Mr Barkey’in hedefine koyduğu bu 4 ülke lideri ile iyi geçinemediği bir gerçek.

Barkey’in makalesinde yer vermediği Mısır lideri Sisi, tek aday ile sandığa gitmişti.Ancak seçim takvimi açıklandığında bir çok rakibi mevcuttu. Seçim takvimi ilerlerken yarışta sadece Sisi girebildi; son saniye adayını saymazsak elbette.

Mr Barkey’in yorumunu bir kenara bırakacak olursak, bahsedilen 4 liderin günahlarının, halklarınca seviliyor olmaları ve ABD çıkarlarına hizmet etmiyor olmaları olsa gerek.

Yeni Seçim Kanununu CHP Okumuş mu?

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, 534 sıra sayılı 298/1961 nolu seçim kanunu değişikliklerine şiddetli itiraz etti. Yaptığı bu itiraz, ülke dışında da makes bularak, AK Parti ve MHP’nin, muhalefeti saf dışı etme hamlesi olarak seslendirilmeye başladı.
Ne idi CHP’nin itirazı? Muhalefet cephesinde sık sık erken seçim, baskın seçim konuşulmaktayken yapılan bu değişiklikle, Anayasa gereği erken seçim imkanı kalmadı. Grup toplantısında bu konuya değinmeyen Sayın Kılıçdaroğlu, yeni yasa hakkında itirazlarını sıraladı:
1. Haksız temsil artıyor, milli irade gasp ediliyor.
2. Baraj fiilen artarak devam ediyor. 12 Eylül yüzde 10 barajını getirmişti. 20 Temmuz darbecileri bunu savunuyor. İki baraj getiriyorlar, bir yüzde 10, bir yüzde 51.
3. Anayasanın eşitlik ilkesine aykırı. Temsilde adalet ortadan kalkıyor.
4. Bu teklif seçim güvenliğini ortadan kaldıracak. Bu ne demektir, referandumda geçersiz olan mühürsüz oy pusulalarının şimdi geçerli olmasıdır. Bu teklif referandumun gayrımeşru olduğunun kanıtıdır.
5. Bu teklif aynı zamanda sopalı bir seçim hazırlığıdır. Polisler sandık çevresine girebilecek.
6. Partilerin denetimini azaltma amaçlanmaktadır. Hanedanın memurları sandığın başında görev yapacak.
7. Vali istediği sandığı istediği yere koyabilecek.

Acaba gerçek olabilir mi? İtiraz konusunu madde madde inceleyelim.
1. Haksız temsil artıyor, milli irade gasp ediliyor.
Eski kanunda seçmenin bilgi eksikliği, usül hataları veya imkansızlıklar sebebiyle hatalı oy kullanma mümkün idi. Yeni kanun bunu sınırlamıştır. Söz gelişi, birden çok oy pusulası bulunan seçimlerde, doğru zarfa, doğru pusulayı koymak zorunluluğu vardı. Yeni kanunda, seçmen, kendisine ait tek zarfa, kullanmak istediği tüm pusulaları koyarak, zarf kargaşasını ortadan kaldırmıştır.
2. Baraj fiilen artarak devam ediyor. 12 Eylül yüzde 10 barajını getirmişti. 20 Temmuz darbecileri bunu savunuyor. İki baraj getiriyorlar, bir yüzde 10, bir yüzde 51.
İki aşamalı seçimlerde, ilk turda en yüksek oyu alan iki adayın ikinci turda seçilmesi, bir adayın yarıdan bir fazla oy alması esasıdır. Bunun dışında bir uygulamada mümkün olamaz. Bu evrensel uygulamayı %51 baraj olarak ifade etmenin nasıl bir mantığı olabilir?
3. Anayasanın eşitlik ilkesine aykırı. Temsilde adalet ortadan kalkıyor.
Kullanılan oyların, sehven geçersiz kalmasını engelleyecek değişiklikler, temsilde adaleti artırmak değil de nedir?
4. Bu teklif seçim güvenliğini ortadan kaldıracak. Bu ne demektir, referandumda geçersiz olan mühürsüz oy pusulalarının şimdi geçerli olmasıdır. Bu teklif referandumun gayrımeşru olduğunun kanıtıdır.
Oy pusulasının güvenliği için kullanılan mühür, elbette seçeneklerden bir tanesidir. Ancak fligranlı oy pusulaları ile oy pusulası güvenliği, yüksek dereceye çıkarılmaktadır.
5. Bu teklif aynı zamanda sopalı bir seçim hazırlığıdır. Polisler sandık çevresine girebilecek.
Polis ve asker, ülkemizin güvenliği için vazgeçilmezdir. Seçim güvenliğinin kaybolmasından endişelenen Kılıçdaroğlu, geçmişte yaşanan PKK terör örgütünün seçim bölgelerinin silahlı tehdit altına aldığını unutmuş görünmektedir.
6. Partilerin denetimini azaltma amaçlanmaktadır. Hanedanın memurları sandığın başında görev yapacak.
Her sandık alanında tüm siyasi partiler gözlemcileri bulundurmak zorundadırlar. Yeni yasada bu yetki ve hak, olduğu gibi korunmaktadır.
7. Vali istediği sandığı istediği yere koyabilecek.
Güvenlik zaafiyeti bulunabilecek yerlerde, yine siyasi partilerin denetimine açık olacak tarzda, Valilerin yetkisi dahilinde, 1 ay önceden ilan edilme şartıyla sandıklar güvenli alana taşınabilecektir.
Sayın Kılıçdaroğlu ve ekibinin yeni yasada yer alan aşağıdaki 26 değişikliğin hangisine itiraz etmektedir?
1. 5. Madde değişikliği: Aynı binada oturanların, farklı sandıklarda oy kullanabilmelerinin önü açılarak, seçim güvenliği artırıldı.
2. 14. madde değişimi: Güvenliğin sağlanmasında zorluk olan bölgelerde, seçim sandığı daha güvenli yerlere taşınabilmesinin önü açıldı.
3. 22. Maddede değişiklik: “Eski yasada yer alan “İyi ve ün sahibi kişilerden seçilir” kuralı yerine, “devlet memurlarının arasından kura ile seçilir” kaidesi getirildi.
4. Sandık kuruluna siyasi partilerin üye vermediği ve kurulun oluşamadığı bölgelerde, mülki amir tarafından kura usulü ile, devlet memurları arasından seçilebilmesi sağlanmıştır.
5. 68. Maddede değişiklik: Aynı seçimde birden fazla oy pusulası, aynı zarfa konulabilmesinin önü açıldı. Oy kabinleri fiziki yapısı tarif edildi.
6. 78 maddede değişiklik: Oy zarflarının boyutunun, ilçe seçim kuruluna bırakılacağına dairdir.
7. 81. maddede değişiklik: Sandık alanı düzeni hakkındadır
8. 82. Maddede değişilik: Güvenlik güçleri eski yasada sadece sandık başkanının çağrısı ile gelmekteyken, artık, seçmen çağrısı da geçerli hale getirilmektedir.
9. 98. Maddede değişilik: Oy pusulalarının fligranlı olarak kullanılacağına dairdir.
10. 100. Maddede değişilik: Oy sayım defteri hakkında teknik bir düzenlemeyi içermektedir.
11. 101. Maddede değişilik: Mühür konusunda teknik bir düzenlemedir.
12. 105. Madede değişilik: Seçim ittifakı yapıldığı takdirde, oy sayımının nasıl yapılacağına dair teknik bir konudur.
Bundan sonra gelen tüm maddeler teknik düzenlemeleri içermektedir.
Maddelerin tek tek veya bütün olarak incelenmesi halinde görülecektir ki yeni yasa, yüksek güvenlik ve seçmen iradesinin yüksek oranda sandığa yansıma amacını gütmektedir. CHP’nin itirazlarının yeni yasanın neresine olduğu bile belli degildir.
Eski kanuna göre yapılan seçimlerde CHP’nin şikayetlerinin bu yenisi ile düzeltilmekte olduğu aşikardır.

Tüm bunlar göstermektedir ki Sayın Kılıçdaroğlu, yeni kanunu kendisi okumadığı gibi, ekibi de okuyup değerlendirmediği ortaya çıkmaktadır.

Eski Kanun:
https://t.co/qp3ycTVUm2

Yeni Kanun:
https://t.co/gCWK7gyVGT

Washington Post Neden Objektif Olamıyor?

Washington Post’da 11 mart 2018 tarihli “Editorial Board” imzalı ve “Erdogan is transforming Turkey into a totalitarian prison” başlıklı, Türkiye Cumhuriyeti’in Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan üzerinden hedef alan bir makale yayınlandı. Makale, kendi içinde çok sayıda çelişki içerdiği gibi, gerçeklerle de çelişmektedir. Bundan başka, gerek makalenin yayınlandığı ülkenin, gerekse dünyanın bir çok “demokratik” olarak adlandırılan çağdaş ülke uygulamalarını göz ardı eden ve çelişen yönleri bulunmaktadır.
IN TURKEY under President Recep Tayyip Erdogan, the tweet has been turned into a crime, and a troubled democracy is being turned into a dictatorship. Gradually but inexorably, a nation that once aspired to be an exemplar of enlightened moderation is being transformed by Mr. Erdogan into a dreary totalitarian prison. In the latest setback, last week, 23 journalists were sentenced to prison for between two and seven years on patently ridiculous charges that they were members of a terrorist organization and had tweeted about it. Two others were convicted on lesser charges of supporting a terrorist organization.
WP, twitter gibi sosyal medya araçlarının silah gibi kullanıldığını görmemiş sanırım. Özellikle 2013 silahlı Gezi kargaşasında, Türkiye Cumhuriyeti’ni yönlendirmeye, mevcut hükümeti zora sokarak devirmeye araç olduğunu, devletin milyarlarca dolar zarara girdiğiniz görmezden, bilerek gelmektedir. WP, Gezi olaylarının içinde olmasa da, kimlerin olayı tetiklediğini biliyor olmalıdır.
Twitter paylaşımları, dünyanın bir çok ülkesinde yasal delil olarak kabul edilmektedir. Bu deliller üzerinden mahkeme kararları verilmektedir. Söz gelişi, Stephen Fry, twitter üzerinden yaptığı bir paylaşımından dolayı, İngiltere’de ceza ödemeye mahkum edilmiştir. Basit bir şaka cezaya sebep olabiliyorken, kim tarafından yapılırsa yapılsın, devleti yıkmaya yönelik açıklamalar, suikast teşvikleri, yakma yıkma yönlendirmeleri, masum sivil halkın malına canına ırzına sebep olacak teşvikler suç olmasın mı? Terör örgütlerine destek, masum mudur? Twitter gibi sosyal medya hesabının muhatabı olan kişi, devlet başkanı ise, bu suç olmamalı mıdır?. Suçu işleyen kişi gazeteci ise, bu suç demek değil midir? Yüzlerce örnek bulunabilir.
Mr. Erdogan, the target of a failed coup attempt in July 2016, has embarked on a campaign of repression against perceived enemies in the press, government, academia and law enforcement, among other pillars of Turkish society. More than 60,000 people have been arrested and 150,000 forced from their jobs. Mr. Erdogan’s prime targets are the perceived followers of the opposition cleric Fethullah Gulen, who now lives in Pennsylvania. Mr. Erdogan claims Mr. Gulen — once his ally in Turkish politics — had incited the coup attempt, hence the charge of a “terrorist organization.” Mr. Gulen denies it.
Bir darbe nasıl hazırlanır? Akşam düşünülüp, sabah uygulanan darbe var mıdır? Igor Markov’dan öğrenelim:
First of all, be very clear on what you want to accomplish in the shot term and in the long term, and which rules you are going to follow. A classic coup d’état assumes a significant degree of civility, minimal bloodshed, and the preservation of the core political system, while replacing one or a handful of leaders and, perhaps, some institutions that appear to be broken (such as the judiciary). A coup also assumes being firmly in control of what’s going on. Breaking these conditions leads to a failed coup.

Anyway, here are the key points
Make sure that you are or can be, in principle, supported by a large fraction of the population and political elites.
Establish a network of high-placed co-conspirators that would share the same goals and trust each other, while evading state security. Without such participants, this would not be a coup.
Obtain covert control over elite military units and, ideally, police and state security (so that they are ready to follow your orders when necessary). If the military simply stays neutral, this is not a military coup.
Get foreign support, or at least make sure you will not be attacked by the world powers. Getting explicit foreign support, especially weapons and large amounts of money, can be risky as this would put your motives in doubt and undermine your standing in the country.
Identify your main political opponents and their support networks. Figure out how they can be neutralized.
Obtain control over some mass media, ideally in advance, to ensure reasonable coverage of your actions. Prepare to counter aggressive propaganda. Don’t put much faith in your own aggressive propaganda – this often backfires.
Identify your weak points and protect them. Family and friends. Personal security. Skeletons in your closet. If you lose support of the people (say, due to brutality of your action), your chances of staying in power are low. Other weak points may include your finances, foreign trade sanctions, aggression by neighboring countries, economic instability, etc.
Manage perceptions. For example, if the country is falling apart and few people understand this, grabbing power at this point will leave the impression that you destroyed the country.
Have a political program with a plan for power sharing and, ideally, a transition to democracy. Not only this would be the right thing to do, but otherwise you’d be putting yourself at too much risk.
The execution of the coup must be carefully planned and usually consists of taking physical control of key locations and people, including residences and offices of key opponents, military/police barracks and HQs, transportation hubs (airports, train stations), mass media, power stations, and communication nodes.

Overall, military coups are largely a thing of the past because it is more difficult to manipulate information and people today (the world is much more interconnected and people often self-organize). The few military coups that were successful in recent times (say, in Egypt) only look like military coups on the surface and have political, geopolitical, and religious dimensions.
WP, bu darbe aşamalarında rol oynayan aktörleri aklamak mı istemektedir? Eğer WP darbenin kimler tarafından gerçekleştirilmeye çalıştığı hakkında bilgi sahibi olmak istiyor ve bulamamışsa, bu linkte, bağımsız yerli ve yabancı gazetecilerin makalalerini bulabilir.
Turkey once had a robust, independent press, but Mr. Erdogan has waged a multifront campaign: closing media outlets, forcing others into new ownership, and using friendly judges and prosecutors. In the latest cases, some reporters and editors were convicted for what they said on Twitter. A lawyer representing two journalists, Baris Topuk, said at an earlier hearing: “In our opinion, the name of the organization in which the defendants are accused of being members should be TTO: Tweetist Terrorist Organization. There are no weapons or bombs in the case, only news articles and tweets.” Ali Akkus, who was news editor of the now-defunct Zaman daily, had said on Twitter, “No dictator can silence the press.” The use of the word “dictator” was singled out by a prosecutor in the charges against him. Mr. Akkus received a sentence of seven years and six months in prison.
Darbe planladıkları, uyguladıkları, darbe aşamaların yer aldıkları kesinleşmiş olanların, gerekli ceza verilmesinin, neresi yanlıştır?
Devlet başkanına Diktatör diyerek, darbe suçundan kaçmak mümkün değildir.
Cuma Ulus, the editor of the daily Millet, got the same sentence and declared earlier during the proceedings: “I have been a journalist for 21 years. I stood against terrorism and violence, [and] defended expression of freedom during all my life.” In the indictment, prosecutors cited three tweets and 22 retweets, accusing him of stirring up frenzy against the government.
Hiç kimse ömrünün her safhasında suç işlemediği gibi, her zaman masumiyetini de koruyamamaktadır. Suç ve suçluyu ayırt etmek, mahkemelerin işdir. WP’un bu tarz yayınları, mahkemelerin işini zorlaştırmaktan başka işe yaramayacaktır. Şu anda cezaevinde bulunan kişiler, yargı tarafından hapsedilmiş ve yine onlar tarafından içeride tutulmaktadır. SAdaletin kararına göre de özgür olacaklardır.
Separately, 17 current and former writers, cartoonists and executives from the Cumhuriyet newspaper are also on trial. Mr. Erdogan is reportedly planning an assault on Internet broadcasting and free expression online, as well.
Darbeyi yapan FETO Cult’u, devlet içinde zannedildiğinden yaygın yapılanmışlardır. Cumhuriyet Gazetesi avukatları, kendi binalarını bombaladığı kesin olan, suçları kesinleşmiş kişilere mahkemede soru bile sormamıştır. Bunun gazete tarafından açıklanması gerekir. Atılan ses bombası da olsa, davanın takipçisi olması gereken gazetedir.
The show trials underscore how far Turkey has fallen from Western norms of democracy, human rights and rule of law. Mr. Erdogan is happily marching alongside Russia, China, Egypt, Cuba and others where legitimacy to rule rests on coercion and thought control. Mr. Erdogan’s dictatorship must be called out for what it is. Even if he covers his ears, the United States and other nations must protest, and loudly.
İleri demokrasi ülkesi olarak gösterilen ABD’de, yılın daha 2 ayında 200 kişi polis tarafından öldürülmüştür. WP haberine göre 2017’de 987 sivil, polis tarafından katledilmiştir.
İleri demokrasi ülkesi Fransa’da sivil ölümü dahil olmak üzere her yıl yüzlerce olay yaşanmaktadır.
Almanya, İngiltere, İtalya, İspanya ve diğer demokrasi şampiyonu ülkelerinde durum aynıdır.
WP, içlerinde gazetecilerin de olduğu darbe oyuncularını aklamaya çalışmak için FETO_Cult üyeleri ile işbirliği yapmak yerine, Dünya’yı kan gölüne çeviren kendi ülkesinin suçları ile ilgilenmelidir.

Türkiye’nin DAES Başarısı

Daeş Mücadelesinde Tek Başarılı Ülke: Türkiye

Dünyanın kalbi Ortadoğu’da güç dengeleri henüz belli olmadı. Çok denklemli alanda etkin güü itibariyle sırasıyla Rusya, Türkiye, İran, ABD ve Suriye, kartlarını açıp, avantajlı çıkmaya çalışıyor.

Gün geçmiyor ki yeni bir hamle ortaya sunulmasın. Bunlardan en kolayı, doğrusu ne olursa olsun, karşı tarafı suçlamak. Bölgenin karmakarışık olması, tarafların, farklı bölgelerde farklı grupları desteklemeleri, medya önünde yapılan konuşmalar, 140(şimdi 280 oldu) karakterle yapılan algı çalışmaları işi kolaylaştırıyor.

BBC’nin, ABD’nin DAEŞ militanlarının Raqqa’dan çıkışına izin verdiği haberi ortada iken, Hillary Clinton’un “Al-Qaide”yi biz kurdukdemesine rağmen, Trump’un “ISIS’ı Obama kurdu beyanı bilinirken, Türkiye ISIL’ı destekliyor haberi ile “Proxy” savaşında galip gelinmek isteniyor.

ISIS’ı gerçekten kimin ne amaçla kurduğu elbetteki ancak kuranlar tarafından bilinebilir. Kurulduktan sonra, amaçve yön değişmesi yaşanmış da olabilir. Şurası kesin ki, kurulduğu günden bu yana Israil, asla ISIS’ın hedefi olmadı. Tek bir ISIS roketi Israil topraklarına düşmedi. Tek bir Israi,l askeri ölmedi. Bir çok ülke ISIS’ın terör eyleminden nasibini alırken, ki ABD de buna dahildir, Israil, ISIS tarafından unutulmuş halde devam ediyor. ISIS, islam (?) adına kurulmuş bir örgüt, islamın baş düşmanı İsrail. Garip.

Türkiye, ISIS’den çon büyük yaraalmasına rağmen, ISIS’e yardım ediyor algısı oluşturulmak istenmesi çok acı. ISIS, bir çok türk evladını, diğer tüm hristiyan ülkelerden alldığı gibi saflarına saflarına aldı. Hatta ISIS’ın ana insan kaynağı Türkiye bile değil; Avrupa.

ISIS, Türkiye’de ses getiren, acı veren planlı bombalı eylemler gerçekleştirdi. Bunların hepsi, tek tek incelendiğinde, ülkeyi kaosa sürükleyebilecek tarzda etkin, kuvvetli, sarsıcı, yaralayıcı. Anadolu halkı, her eylemde birbirine daha çok sarılarak bütünleşmesi sayesinde bu eylemlerin yıkıcılığından etkilenmedi.

Türkiye’nin yurt içi ve yurt dışı etkin DAEŞ mücadelesi, güvenlik kuvvetlerinin sıfır tolerans prensibi ile bitme noktasına geldi. Sınır ötesi önlemler, ülke içi terörü sınırlandırdı ve hareket alanı bırakmadı. Bunlardan finans kaynaklarının çökertilmesi, insan kaynaklarının bitirilmesi en etkili önlem olarak sayılabilir.

Samimi olan batılı kaynaklar, Türkiye’yi DAES’in yanında göstermeye çalışmak yerine, mücadelesini örnek almalılar.

Yeni Bir Ziya Gökalp mi?

Türkiye Türkçülüğü

Afrin harekâtı’nın başlamasıyla beraber, ortadoğu sosyopolitiğinin, ABD ekseninden uzaklaştığı aşikar oldu. Bölgedeki hakimiyetini bırakmak istemeyen bölge dışı güçler, ellerindeki her kartı kullanmaya başladılar. Bölgede 1000 yıldır var olan Türkiye, kendi önemini ve gücünü fark etmesiyle, bölgedeki rolünü oynamaya başladı.

Al Bab Harekâtı ilk adım atımıştı. Afrin operasyonu ile devam edilmekte. Türkiye’nin hedefi olan terörün bölgeden temizlenmesi, tünelin ucundaki ışık olarak göründü. Bundan daha fazlası, Türkiye’nin, bölgedeki birincil güç olduğunun tescili olarak açığa çıktı.

Onlarca yıldır bölgeden beslenmeye alışmış güçler, elbetteki ellerindeki imtiyazdan vazgeçmek istemeyeceklerdir. Devam eden hakimiyet mücadelesinde, sahip oldukları her kartı, yeri geldiği zaman savaş alanına sürmek isteyeceklerdir.

Center for American Progress’in ilk açıkladığı Metropoll araştırması bölge oyun kartlarından biri. Sonuçları değerlendiren Günter Seufert, Max Hoffman, Michael Werz, John Halpin and Alan Makovsky gibi yazarlar, ülkedeki milliyetçiliği tehlikeli bir şekilde tırmandığını anlatan birbiri ardınca yazılar yayınlamaya başladılar (1, 2, 3). Yazılarda vurgulanan, Türkiye’nin kutuplaşması.

Anket sonuçlarına bakalım:

Anket sonuçları çok açık. Yüksek oranda bir birliktelik, hoş görü, siyaseti öteleme. Tarihte başka hiçbir zaman belki böyle olmamıştı.

1974 Kıbrıs harekâtını’nın karaoğlanı Bülent Ecevit, başarılı Kıbrıs çıkarmasının rüzgarı ile %33 olan oy oranını 41’e çıkarmıştı. Aynı dönemde Adalet Partisi lideri Süleyman Demirel, 29 olan oy oranını 36’ya yükseltmişti. Anket sonuçlarına bakılırsa mevcut hükümeti destekleme oranı %58’lerde kalmış durumda. Devam eden Afrin harekatının iki mimarı olan A. K. Partisi ve M. H. Partisinin son seçimlere göre toplam oyu %61,39 (49,49+11,90). Buradan hareketle, diğer tüm anket sonuçlarına göre siyasetin ülke gündeminden uzaklaştığı söylenebilir. Cumhuriyet tarihine bakılacak olursa benzersiz bir siyasi dağılım.

Günter Seufert, Max Hoffman, Michael Werz, John Halpin ve Alan Makovsky gibi yazarların sonuçları bu şekilde değerlendirmelerini doğal olarak düşünmekteyiz. Ülke içinde de beklemediğimiz taraflarca, bu birlikteliğin kutuplaşma olarak yorumlanmasına anlam verememekteyiz. Türk-Kürt ve sünni-alevi ayırımı yapılmaksızın oluşturulan bu birliktelik neden bazı düşünürleri rahatsız eder ki?

Kendisini rahatsız hisseden Kürt kimliğini rahatlıkla vurgulayıp, her çevrede çalışmalar yapabilen Müfid Yüksel bunlardan biri. Daha Afrin harekatı ortaya çıkmadan 12 Ağu 2017’de yazmış olduğu yazıda, “Türkiye’de ırkçılık üzerinden kutuplaşmanın/ötekileştirmenin yükselişte olduğunu gözlemledik” diye ifade etmiştir. Müfit Yüksel, sosyal medya hesabında daha çok arapça ve ingilizce tweetlerinde bu durumu ifade etmeye devam etmektedir.

Ziya Gökalp’in Cumhuriyetimizin başında yapmış olduğu çabalara benzer bir çaba olarak değerlendirmek uygun olur mu bilemiyorum. Fakat Rudaw’ın belli bir algı yapma amaçlı yazısını, yazıdaki hatayı görmeden(?) paylaştı.

Yazının bu tarz sunulmasında alınabilecek mesaj, kürtçe yazı dilinin 1000 yıldır var olduğu ve bölge insanınca kullanılmakta olduğu. Bu zayıf önermenin temellendirilmesinin ne kadar zor olduğunu ve hatta mümkün olmadığını en iyi bilen, yine Müfid Yüksel olmalı. Ayrıca paylaşmış olduğu arap harflariyle ve arapça yazılan kitabe, türkçe kelime de içermekte.

Baba tarafından Türk, anne tarafından kürt olan Ziya Gökalp’e, türk milliyetçiliğine yaptığı katkılarından minnetdarız. Müslüman kimliğini hiç bırakmayan Anadolu insanının türk kimliğini, belki de Ziya Gökalp’e borçlu.

Bakalım Müfid Yüksel, kendisi isteme veya istemese de kendisine Ziya Gökalp rolü biçilecek mi acaba? Göreceğiz

Bölgemizde Kirli Amerikan Oyunları

Ortadoğu’da ABD oyunları

Uluslararası resmi toplantılarda, özellikle türk resmi görevlilerin bulunduğu toplantılarda yer almasa da, medyada, kapalı kapılar ardında, gayri resmi toplantı ve günlük hayatta, gazete manşetlerinde, Türkiye içi ve dışı gazete köşelerinde, etkin veya etkin olmayan köşe yazarlarında “Türkiye ISIS’e destekledi ve desteklemeye devam ediyor” cümleleri, giderek azalan yoğunlukta duyuyoruz. “Sadece kendi görüşünün” yansıtıldığı, RT’nin kabul etmek anlamına gelmediği twitter hesaplarında, binlerce kez rastladık. Rastlamaya da devam ediyoruz. ISIS’ın ortadoğudaki görevinin tamamlanmış olmasından olacak ki, resmi kişilerin, gayri resmi twitter hesaplarında artık daha düşük yoğunluklu olarak saptamaktayız.

“Mit tırlarındaki silahlar ışid’e gidiyordu” aramasıyla yaptığınız Google ve Twitter gibi internet aramalarında binlerce milyonlarca bilgi mevcut. Bu suçlamanın yapıldığı ülke, ISIS’den en fazla zarar görmüş olan üç ülkeden biri; Türkiye. Bunun sebebi ne olabilir?

Ortadoğuya, ortaçağın veba salgını gibi yayılmış bu belanın ABD tarafından üretilmiş olduğu haberleri ve delilleri bu kadarortada iken, bu beladan en çok etkilenen de Türkiye iken, neden bu anlasız ve mantıksız haberler körüklendi.

Saddam Hüseyin’in “gerektiği zaman” devrilip, idam edilmesi; devamında, Türkmen dağı karışıklığı ve bu bölge insanının göçü ile başlayan süreçle, Suriye’yi parçalanmaya iten askeri hareketler incelendiğinde karşımıza “Metamorfosis” çıkarmaktadır. Başlangıcı ile ilgisi olmayan biryapı. 20 yıl önce mevcut olmayan, 100 yıl önce kürtlerin bile hayat etmediği, hatta Lozan’da kendilerine teklif edilmesine rağmen istemedikleri devlet; Rojava Uydu Devleti.

Türkiye Cumhuriyeti’nin bekasını ve iç güvenliğini, ülke içindeki kürt, türk ve her türlü azınlığın huzurunu bozacak olan bu yapılanma, Türkiye Cumhuriyeti’ne rağmen gerçekleştirilmesinin ne kadar zor olduğu aşikar. Direncin kırılması gerek.

Devletlerin oluşması, bell, ki sosyolojik alt yapıların oluşmasıyla mümkün olabilmekte. Lozan’da kürtlerin kendilerine altın tepsi içinde sunulan devletleşmeyi, Türkiye Cumhuriyeti’in içinde olmak kaydıyla ellerinin tersiyle itmelerinin bir sebebi de bu: Devletleşme sosyolojik alt yapısına ulaşmamaları. Dolayısı ile bir ortadoğu devletinin güvenliği, refahı ve huzuru için oluşturulması planlanan devletin önündeki en önemli engel, Türkiye cumhuriyeti.

Irak ve Suriye parçalanma süreci içinde iken, Kürt toplumunun da sosyolojik değişimi plana geçirildi. Düğmeye ne zaman basıldı bilmek mümkün değil. Kürtler sosyolojik olarak hazırlanırken, TC’nin de razı edilmesi, veya plana dahil edilmesi elzem.

Planın başında, Ortadoğu’nuda ABD tarafından kurulan terör örgütleri, iki devlette yayılarak Türkiye Cumhuriyeti sınırına yaklaştırıldı. Manbij, arap hakimiyetinde olan bir bölge. Daha sonra kürt devletinin bir parçası olacak tarzda Metamorfoz geçirerek arap demografik yapısından kürt yapısına evrilecek olan Manbij Kantonu, ISIS tarafından ele geçirildi. Araptan Kürt’e evrilmeyi tek engelleyebilecek güç Türkiye. Türkiyenin tepkisini azaltmak, elini zayıflatmak, tepki vermesini engellemek amacıyla, planın başında “Türkiye ISIS’e yardım ediyor” algısı medyada dillendirilmeye başladı. Bu aşama, Türkiye’nin kendini ayrı olduğunu ispat etmesi gereken aşama. Bu amaçla yapılabilecek en kabul edilebilir izah, ISIS mücadelesine destek vermesi ile mümkün olabilir.

Bu siyasi ortamda Türkiye Cumhuriyeti, YPG güçlerini, ISIS başkenti Raqqa mücadelesi için Manbij’e geçirmeye mecbur bırakıldı. Arap toplumunu kürtleştiren Türkiye olmuş oldu.

Son derece başarı ile ilerleyen plan ile kürt yapılanma, Manbij’e uzatılmış oldu.

Manbij’de aşikar olan olan ABD oyununu bozan, 15 temmuz darbesinin başarıya ulaşmaması oldu. Bu darbe gerçekleşmiş olması halinde, Al Bab, Afrin ve nihayetinde Hatay ili, uydu devletin bir parçasına katılması, planın en kolay hamlesi olacaktı.

Çanakkale’de Nusret mayın gemisi kaptanı Yüzbaşı Tophaneli İsmail Hakkı Bey, Irrestible ve Inflexible’ı etkisiz hale getirerek nasıl dünya tarihini değiştirmişti, Ömer Halisdemir, darbeci general Semih Terzi’yi etkisiz hale getirerek, belki de dünya tarihini değiştirdi.

Umut Özkırımlı

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’nın, sahnede heyecanlandığı için ağlayan kız çocuğunu sakinleştirme çabası, gerek yurt içinde gerekse yurt dışında ses getiren tepkilere yol açtı. Görünen o ki bu çaba, Metropoll şirketinin “Is Turkey Experiencing a New Nationalism?” araştırmasıyla eş zamanlı olması, Zeytin Dalı Harekatını önleyemeyen cephelerin tutunacağı bir dal gibi kullanılmakta.

Bu çabaya, BAE’nın finanse ettiği söylenen Ahval haber analiz web sitesi de katılmakta gecikmedi. Mevcut Türkiye Cumhuriyeti hükümeti ile aynı duyguları paylaşmadığı hemen her yazısında ilk gözeçarpan Political Science and International Relations Doçenti Umut ÖzÖzkırımlı’nın yazısı da Ahval’de yer aldı.

Sayın Özkırımlı’nın değerli yazısında, Türkiye gerçekleri ile uymayan çok sayıda hatalar bulunması sebebiyle, kendisi nasıl Political Science and International Relations ise, biz de Medikal Doktor ve sosyolog olarak değerlendirdik. Hatalar son derece vahim. Yazının tamamını değerlendirmek, bir tez çalışması kadar kapsamlı çalışma yapmayı gerektirir. Bu amaçla sadece major hataları değerlendirmekle yetindik.

Yazı, “The return of the Sheikh: On Turkey’s so new nationalism” ile başlamakta. Ciddi ve sevilen bir akademisyen olan Özkırımlı’nın hipnotik bir cümle ile başlaması son derece garip ve vahim. Bu anlamla baktığımızda yazıyı okumaya devam etmemizin aslında bir anlamı kalmamaktadır.

“Sheikh” kelimesi, arap dünyasında yaygın kullanılır. It commonly designates the ruler of a tribe, who inherited the title from his father. “Sheikh” is given to a royal male at birth, whereas the related title “Sheikha” is given to a royal female at birth.

Sheikh kelimesini günümüz manası açısından incelediğimizde major hatalar bulunmaktadır.

Etymology and meaning of Sheikh: The word in Arabic stems from a triliteral root connected with age and aging: شيخ, shīn-yā’-khā’. The term literally means a man of vast power, and nobility, and it is used strictly for the royal families of the Middle East.

Sheikh kelimesini etimolojik olarak incelediğimizde de major hatalar bulunmaktadır.

Sufi term of Sheikh: In Islamic Sufism, the word Shaikh is used to represent a wali who initiates a particular tariqa which leads to Muhammad, although many saints have this title added before their names out of respect from their followers. One prominent example is Shaikh Abdul Qadir Jilani, who initiated the Qadiriyya order which relies strongly upon adherence to the fundamentals of Islam.

Sheikh kelimesini sofilik açısından baktığımızda da major hatalar bulunmaktadır.

Sheikh kelimesinin bölgesel kullanımına baktığımızda, arap dünyası için önemli olan, Anadolu coğrafyası için değersiz bir kelimedir.

It was a memorable, decidedly chilling sight. Turkish President Recep Tayyip Erdoğan had supporters hoist a little girl dressed in military camouflage onto the stage with him as he was addressing his party. Noticing the tears welling up in the little girl’s eyes, he said: “See, we have our maroon berets. Maroon berets do not cry.” Kissing her cheek and clutching her to his side, the president tried to calm her down. And he continued: “Gendarmerie special ops, lieutenant colonel, maroon beret … Mashallah. And she has the Turkish flag in her pocket. If she becomes a martyr, she will be covered by that flag. She is ready for everything, right?

Özkırımlı’nın değerlendirdiği bu kısım, bulunduğu mekan itibariyle heyecanlanan bir kız çocuğuna cesaret vermek amacıyla yapılan konuşmadan ibaret. Aslında bundan daha çok, Bordo bereliliğin önemine, ülkesi için yapılan bir fedakarlığın değerine yapılan bir vurgu. Konuşmanın muhatabı o kız çocuğu değil. Bordo berelilerin ta kendisi.

Cumhurbaşkanı’ın gerçek muhatabı, Umut Özkırımlı gibi, Türkiye Cumhuriyeti’nin imkanları ile belli yere gelmiş, vatanı için kalbi atan ve atması gerekenlere. Afrin gibi tehlikeli bir coğrafyada canlarını feda etmekten sakınmayan yiğitlere yapılan cesaret konuşması. Aynı fedakarlığı yapması gerekenlere de bir gönderme.

Bayrak sevgisi, vatan sevgisinin ne olduğuna dair bir ders, Umut Özkırımlı gibi akademisyenler tarafından yanlış anlaşılması, gerçekten çok garip. Burada sayın Özkırımlı’nın hatalı değerlendirme yapması, onun Political Science and International Relations Doçenti olması ile ilgili olabilir. Yoksa kendisinin vatanını sevmediği sonucu çıkarılamaz.

This harrowing scene reminded me of another similar incident in 2008, when the then chief of staff General Yaşar Büyükanıt was offered a Turkish flag painted with the blood of 13 high school students. “The flag made him emotional”, the newspapers covering the “ceremony” reported.

Özkırımlı’yı dehşete düşüren bu konuşma, milletleri millet yapan komutanların, her savaş öncesi yaptığı ile aynı. Bu konuşmadan, Özkırımlı’yı tenzih ederim, vatana bağlılık yerine, dehşet duymak, çok daha dehşet vericidir. Özkırımlı’nın burada verdiği örnekle yapmak istediği hipnotiketki, sadece bayrak sevgisini içinde yaşamayanlara olabilir. Özkırımlı’nın bu değerlendirmesi, bize Magosa’da yaşanan bayrak krizini hatırlattı. Solomos Solomu adındaki Rum, 1996’da türk bayrağını indirmeye çalışmıştı, bu hatasını canı ile ödemişti. Bayrağın manasını bilemeyen batılılar, Solomu’ya emptik yaklaşsalar da, böyle bir olayın tekrarlanmaması, Rum kesiminin dersini aldığını gösterdi. Özkırımlı, bayrağın değerini elbette biliyordur. Bu değeri, yazılarıyla da batılılara göstermesini dileriz.

Then I thought of the headline of a report by John Halpin, Michael Werz, Alan Makovsky and Max Hoffman of the Center for American Progress (CAP), a Washington D.C. based non-partisan think-tank, summarising and commenting on the findings of a new survey on Turkish self-perceptions. “Is Turkey Experiencing a New Nationalism?” the authors asked . Their answer was positive. Surely, the survey had provided some original, unprecedented insights; why else would the authors feel the need to refer to a “new nationalist spirit”?

Özkırımlı burada çok büyük bir değerlendirme hatası yapmakta. Metropoll’ün yaptığı bu değerlendirmenin sonucunda, son derece karışık etnik yapıdaki Anadolu insanının, kürdü olsun çerkezi olsun, zazası, lazı olsun, alevisi olsun sünnisi olsun, laiki olsun kemalisti olsun, %9o civarında, kendisini Türk, Türkiyeli, Müslüman, başka inançlara saygılı olarak tanımlamıştır. Siyasetin, ankete katılanlar arasındaki önemi %50 sevyesinde kalmıştır. Bir süre önce Recep Tayyip Erdoğan’ın Türkiye Vatandaşı çizgisi ile örtüşmektedir. Paragrafın sonundaki new nationalist spirit ile uyuşan bir sosyolojik değişim gerçekleşmiş görünüyor. Bu, korkulması gereken değil, sevinilmesi gereken bir evrilmedir.

Alas, the findings of the survey, carried out by the polling firm Metropoll, which conducted face-to-face interviews with 2,453 people from 28 provinces in November 2017, simply reiterate what we already know thanks to dozens of other, similar, surveys conducted in last two decades. In this respect, it could also be read as a complement to Bilgi University’s “The Dimensions of Polarisation in Turkey” survey that I discussed in some detail a couple of weeks ago.

Polarizasyon, “division into two sharply contrasting groups or sets of opinions or beliefs” olarak sözlüklerde tanımlanır. Metropoll’ün sonuçları, tam aksine %90lar seviyesinde birlikteyi ispat etmiştir.

Thus an overwhelming majority of the respondents (86 percent) affirmed that “being a Turk” was an important part of their identity. Conceptions about “what it means to be a Turk” are also in line with the findings of earlier surveys; a belief in strong families, speaking the Turkish language and being Muslim are the three most cited identity components – by roughly 68 percent who said they all are “very important” in defining Turkishness.

The findings do not fail to register the resilience and wide appeal of the Sèvres syndrome either, the belief that the West is bent on dismembering Turkey as it did the Ottoman Empire. Some 84 percent of the respondents agree that “Global economic and political elites have too much power over Turkey and should be resisted”. This is compounded with a strong anti-immigrant feeling with 78 percent agreeing with the statement that “Turkey spends too much time and money caring for refugees from other countries and should focus more on its own citizens.” One other interesting, yet not so unexpected finding, is the belief – mostly held by AKP supporters of course – that “Turkey under Erdoğan is fulfilling Atatürk’s ideal of a strong and independent nation”.

These are important findings, but what leads the authors of the report to conclude that this is “a new nationalist spirit grounded deeply in Islam and opposition to Western nations and non-Turkish citizens”?

Metropoll’ün sonuçları, Türklük kavramının, kişinin soy kütüğünde nerede olduğundan bağımsız olduğunu göstermektedir.

If they are referring to the centrality of Islam in defining Turkishness, as they seem to do when they point to the 80 percent who agree with the statement that “Islam plays a central role in my life”, this is a platitude known to all observers of Turkey’s politics, expert or non-expert.

If this is meant to draw attention to “a new form of Turkish nationalism”, they are again off the mark for Islam was an important ingredient of several strands of Turkish nationalism, since at least the transition to multi-party politics. As several commentators have noted, these strands differed from the official Kemalist narrative only in the extent to which they stressed the salience of religion in defining Turkishness (see for example my article, “The Topography of Nationalism in Turkey: Actors, Discourses and the Struggle for Hegemony”, in Riva Kastoryano (ed.), Turkey between Nationalism and Globalization, London: Routledge, 2013; or Tanıl Bora’s earlier essay, “Nationalist Discourses in Turkey”, The South Atlantic Quarterly, 102 (2/3), 2003, 433-51).

Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını sosyo politik ve sosyo kültürel olarak değerlendirmek gerektiğinde, İslamın da hemen yanıbaşında değerlendirilmesi gerektiğini gösteren bu sonuçlara, Özkırımlı yorum yapmaktan çekinmiş.

More importantly, however, the authors turn a blind eye to the complicated relationship between secular official nationalism and Islam which the republican elites used to rally the Anatolian masses round the radical goals of the Kemalist revolution. In fact, the solution proposed by one of the twin founding fathers of Turkism, Ziya Gökalp, to the fledgling nation’s identity dilemma was a synthesis that brought together what he described as the three elements of Turkishness, namely Turkism, Islamism and Modernism, summed up in the slogan “To be of the Turkish nation, of the Islamic religion, and of European civilization”.

It is true that at least at a rhetorical level, the founders of the republic did downplay the role of Islam when they set out to define what it means to be a “modern” Turk. Yet they adopted a much more accommodationist attitude towards religion in practice, keeping it under control rather than trying to eradicate it. And Islam was the tool the Democratic Party (DP) used to challenge the hegemony of the establishment Republican People’s Party (CHP) from 1950 onwards.

Türkiye Cumhuriyeti’nin, M Kemal Atatürk ile beraber fikri alt yapısını tanımlayan Ziya Gökalp’in üç esası, Özkırımlı’yı rahatsız etmiş görünüyor ki, Atatürk’ün de destekleriyle Ziya Gökalp ‘in oluşturduğu İslamlaşmak, Özkırımlı tarafından neden tool olarak tanımlandı?

What we witness today is not the rise of a new nationalism, but the return of Ziya Gökalp whom Yusuf Akçura, the other founding father of Turkish nationalism, described as a “sheikh”, or spiritual guide, in an essay he penned for a special issue of “Türk Yurdu”, the foremost Turkish journal of the period, dedicated to the life and teachings of Gökalp in the wake of his death in 1924. It was precisely this status as a guide, a sheikh, that convinced the Turkish youth to join “the most perfect confraternity that has ever existed, the confraternity of Turkish nationalism” (for these and following quotations, see Umut ÖzÖzkırımlı and Spyros A. Sofos, Tormented by History: Nationalism in Greece and Turkey, Hurst and Co. and Oxford University Press, 2008).

The Turks, Gökalp said, were a nation rich in culture, but poor in civilization. They had borrowed “the institutions of foreign peoples and produced an artificial civilization out of them, instead of creating their own”. This also explained the gulf separating the educated and the “common people” in Turkey. To bridge the gulf, the educated had “to go to the people” and learn from them the basics of the national culture, as well as introducing them to modern civilization. The formula he proposed was simple and quite straightforward: “Let us try to acquire everything in techniques from Europe, but let us find our culture only in our own national soul.”

Does this sound familiar to you?

Umut Özkırımlı’nın makalesi bize çok tanıdık geldi. Şarkiyat Sosyolojisi öğrenilmeden Müslüman Arap Türk Dünyasında etkili olamayan batılılar, bölgenin edep ve kültürel yapısına aşina olduktan sonra bölgeye sızabilmişlerdi. Sayın Umut Özkırımlı’nın bunun böyle olduğunu batılılara anlatmasını, onların yaşadıkları ile günümüzün benzeyip benzemediğini sormasını isteriz.

Maslow, Adam, Satan and Barzani

                We’re not discussing the historical accuracy. It is a well-known story. Adam and Eve who were living an easy life in paradise went through a sorrowful process starting with nakedness after eating the forbidden apple. What is it that grabs even the first human being by the nape of his neck? What was it that drove it? Are there any contemporary examples?

                  The story begins with the Satan. The command by the almighty Allah, “Kowtow to Adam”, caused Satan to refuse the command having an influence over Esteem and Self-actualization. Being driven out of paradise, Satan found a way to motivate Eve with Esteem.

                Being aware that she could not succeed alone, Eve convinced Adam into sin using her power of Love/Belonging. Adam whom Allah “taught all the names” was aware of all the consequences. Hence the sin which he was forced into led them to be cast out of heaven and their children to fall into the trial of a challenging world.  He let himself deceived at the cost of their existence.

                Being sent down to earth, Adam, of course, had to struggle with all the elements of Maslow’s hierarchy of needs and motivation. Firstly, the physiological needs were to be fulfilled. They needed to cover themselves even while they were still in heaven. HE ATE THE APPLE. All his needs were within the distance of a touch. Safety which is at the second step was something which He never thought of while in heaven. It took his years to reach her Eve, which is love and belongings in other words.

                What are those values that steer us though we know that it is not right? How did they appear? Maslow.

                Examining human motivation, Abraham Maslow (1908-1970) showed that human needs come out in steps. Human beings would not concern themselves with the higher ones without fulfilling the lower reason of motivation. For instance, the need for respect of a person with hunger is out of question. That is why begging which an immigrant can never perform in his own country will not be considered as something humiliating in a foreign country. Satisfaction in the first step will continue with the second one. This motivation theory introduced to the west by Maslow is expressed in Anatolia in a similar was as it is in the west: ““When poverty comes in at the door, love flies out of window”.

                The principles of Maslow’s motivation hierarchy continue to influence their successors as they affected Satan, Adam and Eve. I suppose it will go on forever. We observe a highly similar interaction in the Middle East.

                With the agreement Sykes-Picot in 1916 and the confidential Treaty of Lausanne in 1920, the map of Middle East was drawn. The Middle Eastern Kurds who did not want Autonomy in the plebiscite of Kurdish territory in 1918 did not make use of the independence provided by 1920 Treaty of Lausanne. But the oil-rich territory caused the states accustomed to the culture of exploitation to keep hold of the Kurdish card for years. Mesud Barzani who is among the top in the Kurdish politics also took his share.

                Formed following the First Gulf War in 1991 as a result of some long-lasting, complicated, partially-confidential events and projections, Kurdistan Regional Government took its place in the 2nd Gulf War Iraqi Constitution. Northern Iraq having semi-autonomous independence as per the provisions in this constitution increasingly developed in power with the support of Turkey. Marketing the only source of income based upon petrol, could be achieved only with the help of Turkey.  And thus it fulfilled almost all its humanitarian needs.

                The step of physiological satisfaction according to Maslow’s order was met from Turkey in the same way as Adam got in heaven without even noticing. The second step was fulfilled partially by peshmerga forces as well as the support by the USA, the nonaggression of national Iraqi government and condonation of Turkey and Iran. The need for shelter of PKK was already satisfied through nonaggression against KRG. The Barzani administration speedily climbing up the stairs of love/belonging and esteem wanted to shift to the phase of self-Actualization.

                Though the step of self-actualization which is not within the borders allowed for Barzani served the other regional forces in good stead, Turkey and Iran were a threatening attack for the safety phase.

                Adam was deceived by Eve through love and belongings. We do not know yet what kind of love it was that convinced Barzani. However, it turns out that Turkey and Iran seem to push back the Northern Iraq region to the first step of Maslow. Just like Adam.

 

Katalan ve Barzani Referandumları Farklı mı?

Catalan referandumu ile Kuzey Irak referandumlarını sağlıklı değerlendirmek, her iki toplumun coğrafik, kültürel etnik ve tarihi açılardan değerlendirmesi ile mümkün olabilir. Tüm bu faktörler ele alınsa bile gözden kaçan faktörler olabileceği gibi, değerlendirmeye alınan özelliklerin de zaman içiğnde farklı olabileceğini göz önünde tutmak gerekir.
Bu makalemizde her iki toplumu, sosyolojik açıdan değerlendirerek, referendum gerçekciliği ve haklı olup olmadığını ortaya konmak istedik.
Toplum diye ifade ettiğimiz insan topluluklarını şekillendiren semboller, inançlar, değerler, davranış biçimleri, normlar ve toplumun bir süredir birlikteliğini ortaya koyan tarihi yapı ve kültürel objelerdir. Bu insan topluluğunun yüzyıllardır birlikteliğini ortaya koyan göstergelerden biri, müzeler ve tarihi yerleşim alanlarıdır. Müzeleri küçümsemeyin. Bir milletin tarihini, bir bölgenin önemini, eski ile yeninin bağlarını sağlayandır müzeler. Saptırmalar elbette olsa da, olmayan bir objeyi yerleştiremezsiniz. Yalanınız varsa günün birinde yüzünüze çarpılabilir.
Sadece Barcelona’da irili ufaklı 68 müze bulunmaktadır. Eski yeni tarih, arkeoloji, modern ve eski sanat müzeleri, askeri müze gibi, hayatın her alanine kapsayan, Katalan bölgesinin hafızası, müzelerde sergilenmekte, bölge halkının birlikteliğini güçlendirmektedir. Tüm catalan bölgesi değerlendirildiğinde yüzlerce müze bulunmaktadır. Catalan bölgesinde 5 adet UNESCO koruması altında dünya mirası kapsamında koruma alanı mevcuttur. Toplamda 47 büyük tarihi arkeolojik yerleşim alanı mevcut olup, turist ziyaretlerine açıktır.
Bir diğer kültür ve medeniyet belirtisi kütüphanelerdir. İnsan, bilgi teknoloji birikimini, I,nsan kalitesini yetişmişliğini gösteren kitapların buluştuğu yer. Katalan bölgesinin en büyüğü 1907 yılında açılan National Library of Catalonia olmak üzere yüzlerce irili ufaklı kütüphanesi kullanımdadır. 21 eski ve köklü üniversite ile birlikte, sayısız çeşitlilikte üniversite öncesi eğitim zorunludur. Yine edebiyat ve kültürmirası olarak, Catalan bölgesinde günlük yayınlanan 15’in üzerinde gazete, yüzlerce dergi bulunmakta, catalan dili ile yayınlanan sayısız kitap ve okuyucusu mevcuttur.
Catalanların tarih sahnesine çıkışı ve bağımsızlık mücadeleleri milattan önceye dayanmakla birlikte, 17. Yüzyılda belirginleşmiştir. Bölgede kanlı bağımsızlık mücadeleleri, katalanlara verilen bağımsızlık sözleri ile büyük devletlerin insan asker gücünü kullanmaları defalarca gözlenmiştir. Catalanları bağımsızlıklarını kazanama korkuları, hakim güçler tarafından, daima engellenmeye çalışılmıştır. Dünyanın digger bölgelerindeki azınlıklar gizli güçler tarafından kullanılarak bölünmüşlük sağlanmaya çalışılırken, catalanların itici gücü, kendileri olmuştur.
Catalan bölgesi, tarihin hemen her döneminde, katalan halkının mukim olduğu yer olarak kalmıştır. Başka bir etnik yapının hakimiyeti görülmemiştir.
 
Bir de Kuzey Irak bölgesine bakalım.
 
Kuzey Irak ve Kürt bölgesi Mezopotomya’da yerleşmiştir. İnsanlığın ilk geliştiği yer olarak ifade edilen, tarihin en eski yerleşim yerleri bu bölgededir.Dünyanın en bereketli toprakları yüzlerce devlet, ırk din etnik yapı ve culture ev sahipliği yapmıştır. Halen bu bölgede dağınık halde,Aramiler‎, Arap grupları‎, Arap uygarlığı‎, Assurlular, Süryaniler‎, Dürziler‎, Dürzilik‎, Filistinliler‎, Kıptîler‎, Kürtler‎, Süryaniler‎, Ortadoğu Türkleri‎, Yahudiler‎, Domlar, Kıptîler, Reşaide, Çerkesler ve Şabankaralar yaşamaktadırlar. Oysa Catalan bölgesi, daha tek tip diyebileceğimiz insan yapısından oluşmaktadır.
Tarih sahnesinde erken yer almasına ragmen, Irak ve bölgesi, müze açısından oldukça zayıftır. Kuzey Irak bölgesinde ise ilk müze Süleymaniye’de 2016da açılmış, Erbil’de 2020 yılında açılması planlanmaktadır.  Bölgede batılı anlamda kütüphanecilik hizmeti verilmemektedir. 8 bölgesel üniversite kurulmuştur. Tirajları düşük de olsa, günlük 10 kadar günlük gazete mecmua bulunmakta, sınırlı sayıda matbaacılık hizmetleri sunulmaktadır.
Yüzyıllardır iç içe yaşamaya alışmış olan bölge haklarında bağımsızlık düşüncesi  ve hareketleri , kendi iç dinamikleriyle oluşması vaki olmamıştır. Nitekim 1918 Plebisitinde  bölge kürt halkı, bağımsızlık istememiş, 1920 Lozan anlaşmasındaki bağımsızlık seçeneğini kullanmak istememişler . Kuzey Irak bölgesi, tarihin her döneminde karmaşık etnik yapı ile iç içe yaşamış, belli bir ırkın hakim yerleşkesi olmamıştır.
 
Belli insan topluluklarını devletleşme ve birlikte yaşama, birbirleri için yaşamaya iten tarihi ve kültürel yapılar irdelendiğinde, catalan bölgesi ile Kuzey ırak bölgesi bambaşka dinamikler içermektedir. Catalan bölgesinin bağımsızlık taleplerinin yüzyıllardır süregelen bir mücadele ve dış güçlerin baskıları ile engel olunduğu gözlenirken, Kuzey Irak’da bugün hakim ırk olarak gösterilmeye çalışılan, ama aslında karmaşık etnik yapı ile yaşayagelen nüfus yapısının, devletleşmeye itilmesinin dış güçlerce olduğu aşikardır.
Netice olarak, Catalan bölgesinin, bağımsızlığa yüzyıllardır aç, Kuzey Irak Bölgesi kürtlerinin ise, devletleşmeye “itildiklerini” söyleyebiliriz.

Sayfanın Tozunu Ele

Kitap okumak ne zor.

Başlaması gibi, anlaması, daha sonra hatırlanması ve işine yaraması. Bunlar da zor.

Peki seçmesi? Belki de en önemlisi.

Neyi okumalı,  nasıl seçmeli.

Alakasız görünse de aklıma büyük şirketlerin eleman alımını hatırladım. İş başvurularının <b>ilk elemesi</b>ni aracı firmalara yaptırıyorlar. Sonraki aşama firmanın birimine ait. Onlar da bir kaç aşama değerlendirme yaptıktan sonra nihaî kararı belki patron veriyor.

Kitap seçimi ile ilgisi ne olabilir?

Gelmiş gelecek, 130 milyon kitap yazılmış. Yalancı peygamber Google bilgisi. Birini okumamış olsan ne kaybın olur? Olmaz. İnsan ömrü çağımızda 70-80 arası. Doğduğun gün okumaya başladasanız, 70/80×365=25550-29200 eder.

Bazıları önemli şüphesiz. Hak Subhanehû’nun anlamamız için indirdiği bir yana, klasik eserleri unutmamalı.

Her neyse. Bu büyük insaniyet kütüphanesinden seçimi nasıl yapacağız?

Bana göre çözüm basit. Şirketler gibi. İkinci elden.

Yani zaten okunmak için ilk elemesi yapılmışlardan.

….

Ki bunların farklı özellikleri de var.

Ne gibi?

1932 yılından bir mektup. Bir meslekdaşım yazmış; ismi belirsiz. Yaşamaya devam ediyor. 

Notta;

2 taburcu var

pijama 18 adet

çamaşır 18 ”

çarşaf 2 ”

gömlek 3 (5) ..

yazmış.

50-60 yıl öncesinden bir hayat emaresi. Farklı bir güzellik. 

Öyle değil mi?

Pamuk Annem

84 yaşında. Muhacir evlerine yerleştiğinden bu yana 66 yıl geçmiş.

Rahmetli Menderes vermiş arsayı. Babasıyla beraber yapmışlar evlerini. Tek katlı. İki oda. Banyo ve mutfak çok mütevazi. Tuvaleti bahçede. Hâlâ nasıl boya yaptığını, kiremitleri nasıl döşediğini hatırlıyor. 

Babası at arabacısıymış. Ben tanıyamadım. Hanımın sevgili dedesi. Kum taşırmış. Sabah erkenden yola çıkar, rızkını ararmış. Köşe başına kadar torununu götürür, 3 kuruş 5 kuruş şeker sakız parası verirmiş. Dede, atını kimselere emanet etmezmiş. Öyle ya. Kendi alınteri ile eve çalışan bir emekçi.

Unutamamış Pamuk annem babacığını. Hatıralarını sıralar da sıralar. Gözler buğulu.

-Babacım benim. Onu seviyorum.

Bu cümleyi tekrarlamak çok hoşuna gidiyor olmalı; gözleri yaşarıyor. 

-O benim canım.

Sanki karşısında ve kulağına fıdıldıyor. Sağlığında söyleyememiş, belli. O senelerde ayıpmış birine sevdiğini söylemek.

-Hem halim, hem selimdi.

Bir gurur kokusu kulaklara çalınıyor.

İstanbul Gaziosmanpaşa Kartepe’deymiş mekânları; göçmen evleri. Şimdi bile herkes öyle bilir. Gerçekten kar çok yağarmış. Hepsi yıkılmış. Sevimli evler, biçimsizleriyle değişmiş. Saadet kokusu, para kokusuna mağlup olmuş.

-Canım babam. Seni çok seviyorum. Seviyorum…

10 kez bile belki az. İçinden ne çok tekrar ediyordur. Ne özlem.

Vefat edeli olmuş kırk yıl. Diyor ki; 

-Gidemedim bugün.

Kaç kez kabrine gidip dua ettik. Kabul edemiyor vefatını; burnunda tütüyor belli.

-Canım babacığım.

Zaten severdim at arabacılarını. Şimdi daha çok seviyorum. Yumuşak huylu biriymiş. Rahmetler olsun. Adı Nuri.

Bugünlerde işler değişti. Evine gitme derdine düştü. Hani o bacasından duman değil şefkat fışkıran ev. Göçmenlere ait olanından.

-İstanbul’da evim var. Bekler beni kocam. Bursa’da ne işim var benim. Aldınız getirdiniz kaldım buralarda. Kocam açtır, açıktır. Atletini bulamaz. Havlusu kirlenmiştir…

Gurbet acısını hissediyor. Yalansız.

Öleli otuz sene olmuş kocası. Unutmak istemediği, saçlarını savurarak önünden geçtiği ilk gün. O gün vurulmuş kocası. Aşk ateşi dağlamış adamı.

Vazgeçmesi imkansız. Fronto-temporal lob atrofisi var MRI’de.

Demans.

Beyninin küçülmesinden mi, yoksa özlemin derinliğinden mi bilemedim. Hangisi daha güçlü; hangisi daha kavi; tutsun götürsün onu?

Vazgeç tuşu silinmiş.

3 yaşında kızımız oldı. Çok şirin. Çok mutlu. Yeterki evi, kocası, babası aklına düşmesin.

Pamuk annem.

Asla vazgeçmiyor. Sevimli ve mutlu bir bakışla;

-Yıkılalı yıllar olmuş evine gidecek.

Evimizin onur misafiri. Çıkıp gitmesine razı değiliz. Terk etmiyor.

Pamuk annemizi seviyoruz. Yaradanın bize hediyesi.

Hipnoz Olmuşum

Tamamen tesadüfen bulunmuş bir zihin potansiyeli. Çeşitleri var. Belki de en ilginci self-hipnoz; kişinin ken kendisini hipnotize etmesi. Hayvanlara da yapabiliyorsunuz. Hatta tavuklara yapıldığını biliyorum.

Genellikle, gösteri amaçlı yapılanlarına şahit oluyoruz. O da televizyonda. İçimizde hep bir şüphe; acaba bir numara mı var? Aldatılıyor muyuz?

Hipnoz, odaklanma demek aslında. Derin trans başka bir boyutu. Bu derece hipnotize edilmiş birine, bu anda öğretilen şifre-komut ilişkisi, kurban’a istediğimiz şeyi yaptırabiliriz. 

Uf. Kafada deli düşünceler…

Hatta, yine bir televizyon programında seyretmiştim, National Geographic idi, yolda yürüyen yayanın kulağına bir şeyler fısıldayarak komut öğretiliyor ve mağdur kırmızı balonu görünce banka kartı ile para çekip, hepsini çöpe atıyordu.

Uff. Kafada deli sorular…

Günlük hayatımızda da hipnozu o kadar sık kullanıyoruz ki, farkında bile değiliz. Bir konuşmayı kuvvetlendirmek için yapılanlar takılıyor hemen gözüme (Bu da bir hipnoz oldu).

Mesela?

Medyada kullanılanlardan Kıskıvrak nedir? Derin anlamına girmeden Defalarca tecavüz ne demektir? Ya Örgütsel Döküman?

Hadi bu sonuncusunu bir mânâ verebilelim. Öbürleri, dolgu taşı. İnandırıcılığımızı artırmak için kullanılan hipnotik ifadeler. Hepsi bu.

Ufff. Kafada deli fikirler…

Davut’un Bisikleti Ne Marka?

1700’lü yılların sonunda icad edildi. Belki de önce idi de tarihe ancak o zamanlar not düşüldü.


Celerifere. Evet. Ona ilk verilen isim bu. Veleospite, bizdeki ismiyle velespit sonra. Şeytan arabası.

İki teker, yani bi cycle, bisiklet, denge işi. Yere değen noktası 2 olduğundan, düzlem oluşmuyor. Haliyle düzlem oluşmayınca da hareket olmadığında düşülüyor. Bir diğer söylenişle, fizik, matematik ve dahi kimya bir birine giriyor. Kimya be derseniz, onu düşene sırun. Kimyanız bozulur.

Dengenin özeti şu: Ne yöne düşüyorsanız, direksiyonu o yöne çevirecek ve o yöne hafif yatacaksınız. Bu da tam da gelmek istediğimiz konu. Eğer aksini yaparsanız, düşersiniz.

Doğrusunu yalnız Allah bilir Tevrat’ta geçen bir hikaye vardır; Davut ve Golyat. Golyat, savaşta ve dövüşte yenilmesi imkansız biriymiş. Onu güne kadar önüne çıkan her ama herkesi, atalarının çayırına göndermiş. Gel zaman, git zaman artık Filistin halkının canına rak demiş. Ödüller vaad edilmiş. Davut çıkmış. Ödülleri de sevmiş olmalı. Çıkmış gebertmiş azılı katili.

Derler ki Davut, Golyat’tan önce kendi korkusunu yenmiş. İlk yendiği ve çok daha büyük olanı o imiş.

Tıpkı bisiklet gibi.

Hani düştüğünüz tarafa dönmeniz ve o tarafa yatmanız gibi. Aksi halde kimyanız bozulur. Düşersiniz.

Kim bilir, belki hayatta pek çok şey böyle?

Anne Analık

Hani bazen durursunuz bir resim karşısında. Ressam ne güzel yapmıştır. O ne güzel tasarımdır. Saatlerce durur karşısında düşünür dalar gidersiniz.

Anne. Türk kültüründe ne zaman başladı acaba? Görünen o ki Ana idi evveliyatı. Sonra İstanbul türkçesinin kıvrımları ile anne oldu. Kökene bakmak lazım.

M.S. birinci bin yıldan önceki metinlerde ana/ane olan bir kelime. Çocuk lehçesindeki  n‘in tekrarlaması ile anne olmuş. Ne hoş değil mi? Anne şefkati, çocuk masumiyeti bir arada.

Annelik de öyle. İstanbulî bir kelime olabilir. Ki öyledir de. Bir yumuşakşık hakim.

Peki ya analık?

İçanadolu’nun bazı yürelerinde kullanılır; babanın ikinci eşi. Birincisi vefat ettikten sonra aldığı hanım. 

Evet, vefat ettikten sonraki. Zira boşanmak anadolu insanının aklından geçmez. “Pazara kadar değil, mezara kadar”dır akitler.

En kuvvetlisi, bir başka ocaktan emanet alınan eş.

Analık?

Sert bir kelime değil mi? Nerede anne/annelik’deki yumuşaklık? Keskin. Hırçın.

Bir üveylik var; bir yabancılık. Gariplik. Hoşgörmezlik kokusu. 

Babanın  mecburen aldığı ikinci hanım.

Çocukları garip kalmasın, aç kalmasın, hor olmasınlar diye aldığı.

Bir kelime sadece. Ama, Van Gogh’un resmi, Michelangelo’un heykeli, Necip Fazıl’ın şiiri gibi. Dalıp gidersin. Hikaye yazarsın; belki roman.

Matthew Stanford Robison’un mezar taşı gibi. Hayat hikayesi oracıktadır; gözünün önünde.

Analıklar, analık etmesin.

Annesiz kalmasın çocuklar; analı kuzu, kınalı kuzudur zira.

Tırtıl mısın Timsah mı?

İpek böceğinin serüveni ne ilginçtir. Tırtıl, koza, kelebek. Hepsi birbirinden tamamen farklı. Birini hiç görmeyen, öteki ile irtibatını göremez. Öbürünü bilmeyen, beriki ile ilişkilendiremez. O kadar değişik.

Her safha, bir diğerini takip ediyor. Dut yaprağının yeşerme vakti, tırtıl var. Kışı geçirebileceği zaman, o anki sıcaklık derecesine mukavemetli evresi ortalıkta.

Biri ötekini çiğneyemiyor. Standart.

Yüce Yaratıcının sanatını gösterme yollarından biri. 

Müthiş.

Tipler hep bir birine duacı adeta. Öyle ya. Koza, varlığı için tırtıla muhtaç. Kelebek kozaya.

Tık, tık, tık. Matematik gibi.

Mükemmel bir metamorfoz.

İnsan? İnsanda metamorfoz yok; metafor var, metâ var. 

Öyle mi? Görelim.

Kalbe sahip; deveran eden, durmaksızın çalışan, mütemadiyen değişen. Ne alaka? Az dur.

Sık sık duyarız: 

-Seni hiç tanıyamamışım.

-Ben nasıl aldattın?

Yıllarca beraber yaşayıp, aldanabiliyoruz. Gün içinde bile.

Çok naif gördüğümüz biri, direksiyon başında canavar olabiliyor.

Ortak noktaları çok olan iki dost,  maç esnasında kanlı bıçaklı olabilir.

Bir saniyesi bir dakikasına uymuyor. Çok sevdiği amcasının canına kast etmesi iki saniye sinirlenmesi yetebilir. Hem de hiç uğruna.

Oysa. Demin ne kadar da sabırlıydı.

Fikir metamorfozu.

Timsah girer burada devreye.

Timsahın ömrü hayatı beş noktada döner geçer; beş fıtrî hareket: Beslenir, çiftleşir, donakalır, kaçar veya saldırır.

Ne için yaptığını bilmez. İçgüdü  veya sevk-i tabii ile hareket eder. Aç ise beslenir. Zamanı ise ürer; sadece erişkin dişiyi gözetler. Tehlike anında ilkin donakalır. Kendini zayıf hissederse kaçar. Gözü keserse, savaşır.

Buldunuz mu insansılık?

Timsahlarda korteks yok gibi. Orta beyin var. O da Miniminnacık.

Korteks. Düşünme, bilgiyi işleme tabi tutma, doğruyu yanlışı, zamana ve mekana göre kalıplara ayırma, çıkarma bir dolu iş, kortekse ait.

Son derece karmaşık iş, timsahda yok. Yok, çünki ona lazım değil.

İnsanda korteks var. Orta beyin de var. Yani timsahsılık. 

Hani vardı ya insanda kalp? O işte. Yanar döner gönüller, önüne geçilmez kabalıklar, önlenemez şiddet, hepsi ama hepsinde, ortabeyin yani talamusun, yani timsah beyninin katkısı var.

İlk soruya geri dönelim.

Tırtıl mısın,  yoksa timsah mı?

Yoksa hepsi mi?

WC tıkandı

Bir dost meclisinde, bir zât -ı muhterem dedi:

-Hacamat öğrendim. Peygamber Efendimizin sünnetini yaşatmak istiyorum. 

İçimden geçirdim:

-Bedava mı?

Hayalen dedi:

-Yok.

Yine içimden:

-Taharet taşın var mı evde?

-Hayır.

Dedim içimden haykırarak

-Be herif. Sünneti yaşatmak istiyorsan bedava yap. Sünnet-i Nebevî’den olan taharet taşını kullanıyor musun?

– Yok.

-Be adam. Hz Fahr-i Kâinat, günümüzde deve ile mi seyehat edecekti? Elbette uçakla. O zaman kan değişiminin tek sıhhî yolu hacamat idi. Amenna.

Günümüzde, her deva bunda demek, insafsızlık değil mi? Madem öyle taharet taşı da kullan.

Sünnet-i Nebevînin bir rüknüne canım feda.

Yapacaksan hacamat, para alma. Şânın yürüsün.

Ya da

Taharet taşı da kullan. Anlayayım samimiyetini.

Elma Kurdu Ömrümü Yemiş Meğer 

Daha elmaların hoş koktuğu yıllardı. Kirazlar böcekliydi. Domatesin kokusu, en pahalı parfümden iyiydi.

Ortalama ömür 60 65 idi.

Kurtluydu elmalar. Sevmezdik kurtlu elmayı.

İlaçladık. Öldürdük hepsini.

Şimdi, ortalama ömür 70 80

Kurtlar öldü.

Elmanın tadı da kaçtı, kokusu da.

Kurt, meğer ömrümüzü kemiriyormuş (!).

Diyorlarki “Eskiden ne güzel idi elma. Hoş kokardı.

Ömür mü, elma kurdu mu?

Hangisi tercihin?

Aşı ile Organ Nakli

Adem’imiz bilmiyor idi elbette; ilk çiftçi olarak. Tarımın bidayetinde idi. Bişeyler üflenmişti. 

Ne kadar zaman geçti üzerinden bilinmez dedemizin üzerinde in, ekin, ehlileştirildi. Tek sıra olan başak, çok sıraya çıktı. Böylece verim arttı.

Ağaçlarda kakma aşı

Çocuklarda karma aşı

Ömür arttı. Verim arttı.

Japonlar, ateisttir. Dini sevmezler. Belki de düşünmezler.

Yemeği de, eti de öyle.

Az yerler. Sanırım bundan, uzun da yaşarlar.

1970de ortalama ömür 70.

Şimdilerde 80+.

Centenarian sayısı, 36.000.

Üf

Otuz altı biiiinnn kişi 100+ yıl ya şa mışşş.

Az yemekten.

Aşı maşı değil.

David Rockefeller. 101 yaşında öldü. Toprağı da bol olmasın. Niye olsun ki?

7 kalp

3 böbrek

2 karaciğer nakli. Bir nevi aşı.

Paranın gücü.

Oysa biraz az yese 100+ yaşayacak japon gibi. Aşıya değil, nefsine hakim olmaya güvense çekmezdi onca acıyı.

Hoş 100+ yaşasa ne?

Gideceği yer acaba neresi?

Deyvitt.

Toprağı dar olacısa!

Pavlov’un Yüzücü Köpekleri

Nobel ödüllü bilim adamı.

Yakından tanısak, kesin severdik.

Tak tak tak diyerek yürüdüğü kocaman koridorların, köpeklerde tükrük salgısı oluşturduğunu keşfedince olan oldu; şartlı refleks.

Sonra başka bir hün, köpeklerin ölüm tehlikesi atlatınca, bu reflekslerin kaybolduğunu gördü. Daha belki doğmadan elde ettiğimiz şartlı reflekslerimizin bizi yönetmesi.

Canlı bombaların beyni böyle yıkanıyormuş?

Ulus ülküsü de böyle oluşuyor. Zayıf alt kültür, bir ölüm tehdidi altında topluma bulaşıyor, yayılıyor; ülkü. Ziya Gökalp, ayrıntısı ile anlatıyor. 

15 temmuz da böyle bir Ülküde bizi birleştirdi.

Şânı Yüce’nin bizi yönetmesi. Sanırım olan bu.

Arab baharı da böyle bir şey olsa gerek.

Mekke Hz Hak Subhânehû’nun Kıblesi

İstanbul da ümmet-i siyaset-i mü’minin’in kıblesi”.

Öyle bir sezgi oluştu.

Göreceğiz

Ulu Çınarın Tohumu Minikmiş

Seviyoruz elbette.

Kader hükmünü çoktan vermişti. “Külli nefsin zaikatül mevt“, bir kez daha doğruluğunu ispat edecekti.

Emanuel Karasu. O pis adam. Hakan’ın karşısına çıktı elinde kasa kasa altın.

Vermedi Filistin’i yahudiye. İyi de yaptı. 

Yahudi’de plannı yaptı. Önce Hakan tepe taklak edildi. O insin diye 31 Mart ayaklanması tertiplendi. Çok masum asıldı. Hakan, Selanik’te ikamete mecbur edildi. 

Acaba diyorum, yahudiye izin verilseydi. Otursalardı bir Osmanlı Teb’ası olarak Filistin’de ne olurdu.

Tamam. Amenna. İnanıyorum. 

Külli nefsin zaikatül mevt.

Beyin fırtınası yapıyorum. 

Mısır, Romanya, Kıbrıs, Kuveyt ve Tunus, elde kalır mıydı?

Bana öyle geliyor ki, Yahudi güdümünde bir Âl-i Osmanlı devam ederdi.

Tıpkı Great Britain gibi.

Tıpkı United States Öf America gibi

Ammaaa

Kader hükmünü vermiş bir kez; dönüşü olmaz. Hem de ezelden vermiş. 

Hakikat-i Muhammedî, zuhur edince vermiş hem de. Küçük mü Hakikat-i Muhammedî?

Sen öyle san.

Koca çınarın çekirdeği ufak mı? Evet.

Neticesi? İnanılmaz.

Minik Serçe‘nin bir şarkısı:ex oriente lux

Farkında olmadan nereye parmak basmış. Nur-u Mürteza’yı gördü mü acaba?

Sormak isterdim. Yoksa muharref Tevrat’a mı gönderme?

Netice-i kelam

Hakan’ımız, kadere muvafık  hareket etti. Şüphesiz.

Daha ileri düşüncelerimiz yorumlarımız, spekülasyondan ibaret olacak.

Motto

Şimdilerde motto deniyor. Eskiden şiar idi bu maksadın yazı diline aktarılmış hali.

Benimkisi şu: 

Hayatta başarının sırrı; işine ve eşine ihanet etmemektir.

Uhrevî vazife de dahildir. Ödevdir zira; borçtur.

Elbette birinin motto/şiar’ının olması yetmez. Uygulamalı da. 

Meselâ Allah’ı severim diyip, Resulüne ittiba etmemek çelişkidir. Kitabül Hikmet‘e inancın gereği.

Mesleklere uygun prensipler olmalı. Meselâ Hipokrat Andı hekimlerin. Sadece bu yemine uyulsa yeterli bir etik  davranış olabilir. 

Toplumun her kesimine teşmil de edilebilir.

Yağmurlu günlerde pek de özlediğimiz taksici kardeşlerimiz. Topyekûn düşünülünce, hazzetmeyen sayısı çok.

Birebir muhabbette ise, şoför kardeşlerimiz lokum gibi.

Kıymetli bir yazarımız tweet atmış. Emekçimiz, Misafirim demiş.

Hoş.

Tercihim Emanetim olurdu. Hipnotik bir ifade. Bunu kullanan emekçinin ihanet etmesi düşünülemez.

Evimin Bereketi

Muhteşem yaratıklar. Şânı Yüce Allah ne güzel yaratmış.

Köpekbalığı. Cins cins. Bilmiyorum 40-50 akrabası sayılanı vardır.

Bana kalırsa hepsi farklı.

Şu güzelliğe bakar mısınız?

Her yemeğin sonunda, hatta her tabakta, hatta hatta, her bardağın bitiminde aklımıza gelen, veyahutta gelmesi gereken şey.

Rezzak’a şükür.

Bunun en temel ve birinci ve elzem ve gerekli şartı şurtu yolu yordamı fikirdir.

Fikir ama aktif düşünce.

Tabakta kalan ufacık bir pirinç tanesi fikrin aktif ve süregen olmadığını gösterir.

Ve dahi bereket.

Bereket, o pirinç tanesinde. 

Şu muhteşem balık var ya.

Altındaki o minik balıkcıkkar. Bereketin duacısı onlar.

Wahşi et yiyicisi Büyük Beyazı kurtaran o minikler. Salyası (?) aka aka saldırandan canavarın sofrasından arta kalanları toplayan bu önemsizler(!).

Şişko şişko kocaman balıklar. Şişkoluklarını belki de o sıskalara borçlu. Kim bilir?

İntibah

Namık Kemâl’in müthiş eseri.

Kütüphanesinde olan kalmamıştır. Olsa okuyan da çıkmaz. Bilen de yok.

Seyfi Baba, Fatih Kürsüsünden ve daha niceleri. Akif’in toplumumuzu canlandırmaya çalıştığı eserler.

Servet-i Fünun, Tevfik Fikret. Ziya Gökalp.  Sebahattin bey.

Adını bildiğim bilmediğim beyaz, gri ve karanlık adamlar.

Mahmut Şevket Paşa hakkında yazı yazmaya niyetlendim. Anladım ki o dönemi bilmeden, kokusunu hissetmeden yazılacak bir yazı, haksızlık olur.
Okumalı

Hem hal olmalı.

Tour de Eiffel 

1789’daki Paris’te başlayıp tüm dünyayı olumlu olumsuz etkileyen olaylar ve fikirler, çağlayana dönüp akmaya devam etmekte. Kıyamete dek de devam edecek


Bu küresel hareketi Eyfel Kulesi mimarı nasıl tarif ediyor bakınız:

Demir yığını değil aslında. Fikir yumağı.

Bu yumağın etkileri, yankıları, elbetteki ecdadıma da ulaştı. Kimini yaraladı. Ötekini hayıflandırdı. Çoğuna ilham verdi.

Yankı. Geç gelir. Hele de uçurum genişse. Bize ulaşması 100 yıl. 1789. 1889.

Bu dönem olaylarına ve şahsiyetlerine bakıp anlamak istiyorsak, 18. yüzyıldan başlamalıyız.

Zayıflamış ve çaresiz gözüken, yıkılışı mukadder olan Cihan Devlet’inin efradının hislerini anlamak için, daha eskiye gitmeli.

Seyfi Baba’cığım, WhatsApp’dan Mesaj Atamıyor

Millî şairimiz Akif. Asıl mesleği baytarlık. Mehtere hakaret için denilen şey, mesleği için de söylenir; kabalık için, hakaret için: Baytar!

Oysa ciddi incelik gerekir. Öyle ya. Kendini ifade edemeyen bir varlığa nasıl kötü davranacaksın ki?

Akif, mesleğinden, meşrebinden, Sevdiğinden (sav), Tek Sevilesi’nden (cc) aldığı belli olan zerafetini, şiirinde göstermiş. Tavırları ile ilan, tarzı ile nakş etmiş.

Osmanlı Devletinin son demlerini, yaşlı bir adama benzetmiş. Ne hoş.

Külli nefsin zaikatül mevt ilâhî haykırışını adamın yüzüne vurmamış. Anlayıver demiş.

Nur içinde yat Akif’imiz.

Yaşadığı, hüküm sürdüğü dönemlerde, İ’lai kelimetullah‘ı, hatasıyla-sevabıyla, doğrusuyla-yanlışıyla göstermiş ecdad. Ölümüyle de öyle: Öleceksin!

Seyfi Baba ve diğer şiirlerini okumadan o devir anlaşılamaz.

Tıpkı Twitter, Facebook ve Instagram gibi olur; whatsApp’dan mesaj atmak gibi.

Bunlara Sosyal Media deniyor. Ses ve resim içeren, özel veya genel olabilen yazılı mesaj iletme odacıkları var. Bu odalara girersen mesajı okuyorsun.

En berbat özelliği, duygu yok. Ses tonu yok. Mimik yok. 

Düz bir borudan iletilen kelime serisi  karşılıklı gidip geliyor.

Netice olarak, duygunun olmadığı ucubeler dizesi, illa yanlış anlaşılıyor.

Zor. Biz eskilere okuyup anlamak kolay. Yeni nesile zor.

Artık geri dönüşü yok. Seyfi Baba’nın, Osmanlı’mızın tekrar dirilmesi gibi.

Kaybettik.

O güzide kelimeler, mânâ zenginliği veren şapkalar gitti. Gömüldü gömülecek.

Ehl-i ihtisasa kaldı.

Susuz Yaz

Koçyiğit’in meşhur filmi. Bu film parlatmıştı şanını aktristimizin. Bir Metin Erksan filmi. Yıl 1963.

Yıl 1994. Yaza girerken yine yeni bir susuz yaz. İstanbul’un 45 günlük suyu kalmış. Yeni taze belediye başkanı Kıymetlimiz Recep Tayyip Erdoğan.

Şer cephesi, bizleri karamsarlığa sokmak maksadıyla, bizzat içine ittikleri susuzluğa çarenin bulunamayacağını medya vasıtasıyla pompalamaya başladılar.

Zaman  Hacc zamanı. Tayyip bey İstanbul’un başkanı. Binler hacı Arafat’ta seferber oldu. Dualar, dualar. Yeni Başkan, yaptı güzide organizasyonu, kurdu dua cemiyetini: Yağmur Duası.

Kulakları çınlasın Engin Ardıç, duanın gerçekleştirildiği günün akşamında, anchor‘u olduğu TV’den dalga geçti. Yok efendim 20. yüzyıldayız. Yakışır mı? Bir dolu terane.

O gece Hak Subhânehû verdi rahmeti; Star tv’yi cezalandırırcasına. Su bastı binasını.

Ergin bey, çiğ biri değil. Özür diledi. Hem Yaradandan, hem de duahanlardan.

Yerlerin planı başka,

Göklerin başka.

İçimdeki Kurt

Kelime oyunu gibi: Descartes 👉 Kant 👉 Comte 👉 kurt. İlk kelimeden son kelimeye ulaşmak; her seferinde bir harf değiştirerek anlamlı kelimeler türeterek üstelik.

Yukarıdaki sıralamanın başına Şüphecilik ve Spinoza da yakışabilir. Tam emin değilim.

Ortak noktalarıbunların doğru bilgiye ulaşma çabası. Takdire şayandır. İnanılmazdır. Bilhassas Spinoza gibi, Descartes gibi daha işin başındaki olanlara. Yani yapılmayanları yapanlara tebriklerimizi göndermeliyiz; her ne kadar uçurumun kenarında dolaşsalar da: Bir feylesof’un da itiraf ettiği, ama gereğini yapmadığı, insanın manevi yönünün olduğu, bunun maddede olmadığı ve bu yönlerin de ve hatta gerekli olduğu şey

Allah  var diyiverse, Kur’an’î olacak; şüphe ederek, yani düşünerek doğruya ulaşmak.

Kopyala/Yapıştırcı gençlik ve hâlâ o dönemde takılıp kalmış herifler, bi dolu güzel (?) söz paylaşıp takdir edilmek istemekteler. Bunların bir kısmı uydurma. Aklıevvellerin uydurdukları veyahut def-i hacet ettikleri laflar, tehlikeli. Gereksiz.

Siyasî kayguyla belli bir hedef için yapılan uydurmaların haddi hesabı yok. Hayatımızdan çıkaröanın, bitirmenin imkân ve ihtimali yok. Tıpkı Twitter‘da olur olmaz küfredenler gibi. Engelle engelle bitmiyor. En iyisi görmezden gelmek.

Demem o ki, Hak Subhânehû’nun bizden istediği düşünmemiz.O, yolumuza sayısız işaret bırakmış, sayısız. Onları takip edip doğruya ulaşmaya çalışma çılgınlık. Yiğitlik falan değil. Filozofların yaptığı gibi, her şeyi önce ret edip başlamak, akılcılık değil. Bu, uçaktan paraşütsüz atlamaya benziyor. Yolda yenisi yok.

Vesselâm. 

Karnım Acıktı

Önceleri okuduğum için hayıflandığım çizgi romanlar vardı. Texas’ın Çelik Bleck’i, Tommiks’deki Suzi Profesör, Zagor’da Gamlı Baykuş… Neler neler.

Şimdiki gençliğe baktığımda ekranlara gömülmüş durumdalar. Hayıflandığım okumalar meğer şansmış, kazançmış.

Bu okuduklarımın içinde bir tek Teks vardı, her kitapta sonu da belli olan. Bir sonrakini satma garanti stratejisi veya basit bir pazarlama taktiği olarak,  Kaptan Swing’de öğrenemezdiniz maceranın sonunu.

Aynı kirli oyun devam ediyor.

TV dizileri, maceranın iç güzelliği veya senaryonun kuvveti ile yapamadıklarını, ucuz bir işle, bedava olması gereken umut satmakla sağlamaya çalışıyorlar.

Sonuç?

Her bölüm, esas oğlan veya esas kızın melül melül bakması ile bitiyor.

Sonra da bekle dur.

Dizi satsın.

Oscar alayım.

Vs vs.

Bu numaralara karnımız tok.

Sağlam işler lazım; açız aç.

Urgan

Şiraze. Şirazesi kaymak

Dilimizin zenginliği. Yerinde kullanırsan, nefis bir mânâ kuvveti, harika bir belâğat olur. Yeni nesil ne uzak. Yazık ki yazık.

Şu kitabın her açıp kapatılma sonrasındaki şu düzgünlüğünü, şiraze verir. Kendir ipi. Bir nevi urgan.

Hayatımızı düzenleyen illa şirazeler var. Bilindin bilinmesin kadir kıymetleri.

Ölmeden olmadan göçmeden kaçmadan kaymadan şiraze, gereğini yapmalı.

.

Pinned

Bugün kitap fuarından verdiler 2 deste kadar. Ayıraçlar. 

Kıvır da bilsinsin okuduğun.

Kıvır da bilinsin okunduğu.

Oysa okunduğu bilinse daha iyi değil mi? Buna göz değmiş dese biri ne hoş. Hayat belirtisi; cenaze değil.

Eski cenaze törenlerinde, paganizm‘den mi kalmıştır bilmiyorum, katafalkın içine konurmuş müteveffa‘nın sevdiği eşyalar. Sanki kitabı seviyoruz da.

Ayıraç. Tabuta konacak.

Yok. Sayfa arasına.

Ne fark? 

Kişi sevdiği ile beraberdir” diye bir aziz söz var.

Oysa

Bizden ırak, gönülde yakın olsun muamelesi; kitaba.

Söylenecek ne çok söz var.

Hakeme Gözlük!

Tarih/tarihçi. Bir nevi hakemlik gibi.

Aslında objektif olunup, gerçeğiş faş etmek gerekirken, kabullerimiz bizi kör ediyor; inançlarımız sağır eyliyor; sezgilerimiz lâl. Ortaya bir ucûbe çıkıyor.

Tarih dipnottan ibaret; bir hayat ağacı; kopyacılık; olayları gördüğünce. 

Tarihi galipler yazarmış ya. Tam gerçeği anlayamıyoruz.

Hititler belki farklı. Onlar için ibadetti doğruyu yazmak. İçlerinde günahkar var mıydı? Elbette evet. Fıtrat müsait.

Yakın tarihimizden tanığız.

Kiminin tabusu; dokundurmaz; kiminin kırmızı çizgisi.

Kimi için günah; düşünmek bile hata; neûzubillah.

Kiminin terapi odası; küfür eder, bağırır rahatlar.

Beriki için en kıymetli olan, öteki için çukurdaki pislik.

Falanın sevdiği, filanın düşmanı.

Tevbe Kapısı

Aklımız erdi ereli biliriz, duyarız. Güneş bir şekilde batıdan doğduğu zaman tevbe kapısı kapanacak.

Çocukluk aklım, kocaman süslü parıldayan bir kapının kapanması hayalini getirdi gözümün önüne.

Kim bilir?
Dünya, muhakkak bir doğa olayı ile yörüngeden çıkacak. Savrulacak. Herkes bilecek ki artık dünyada yaşamak mümkün olamaz. Ölüm mukadderdir.

Belki hâlâ durumu anlayamayanlar çıkacak. Bilemiyorum.

Anadolu’m. Türkiye’m.

Haşin bir coğrafya. Siyasetin Mekke’si.

Mekke, sert bir bölgede. Yaşamak zor.

Türkiye’m de, coğrafik konumu sebebi ile türlü oyunların oynandığı bir toprak.

Gelmiş geçmiş en acımasız darbeyi yaşadık. Asker, direk vatandaşa ateş açtı.

15 temmuz.

Bu tarihten sonra bir çok kişi uyandı.

Oysa tevbe kapısı çoktan kapandı.

Geç kaldınız.

Yemezler.

Başka kapıya.

Şapkasız Çıkmam Abi

Alfabe’mizde 29 harf var. Yani ne demek bu? 29 farklı işaretle, ağzımızdan çıkan kelimeleri, yazı diline aktarabilirsiniz demek.

Bir eğitimci veya dilbilimci olmayan biri olarak aklıma gelen şey bu.

Genti‘can, geçen hafta içinde yanıma uğrayan şeker bir minik delikanlı. Anne baba, arnavut. İşlem esnadında rumcaya benzeyen bir şeyler mırıldanınca dedimki:

-Okumak istediğiniz şeyleri okuyunuz. Rahat olunuz.

Benim işim, o minik şeker şeyin canını acıtmadan, doğru bildiğimi uygulamak. Anne babanın inancını sorgulamak değil.

Yani demem o ki, zannettim ki ebeveyn yahudi. 

Oysa bilinçli birer müslümanlarmış.

Farklı muhabbet açıldı. 

-Arnavutlar, sağlam insanlardır, dedim. Ki öyle de inanırım.

Bir ara arnavutça nasıl bir dildir diye bakmıştım. 36 harf var abecelerinde.

Bizde 29.

Oysa kullandığımız ses sayısı fazla.

Bunlar da alfabemizde yer alıyor. Peki ama neden harf sayılmıyorlar. 

Yer bulamadıklarından mıdır bilemiyorum, cehaletlerini gençlikleri ile izah eden bir gençlik kitlesi var etrafımızda.

Â, û ve î, en sık rastladığımız.

Acaip bir güzellik. Hoş bir farklılık. Zarif bir estetik.

Maatteessüf, yeni nesil, bunları kullanmayı bilmediği gibi, bu dil zenginliğini beceri ile kullananlardan kaçmakta.

İçinde bir adet â varsa, anlamaya odaklamak yerine, uzaklaşmakta.

Ne acı.

Geçenlerde yazdığım bir tweette, ittihad kelimesini tercih etmiştim. Bir çok anlamı ihtiva eden bir lisan güzelliği parçası. Bir genç, tevafuken gözüne isabet eden bu kelimeyi ve anlamını anlamak yerine, kendini tam ifade etme yerine amk  diyerek tepki vermiş. Kim bilir belki içinden şöyle demiştir: Ama ne iyi ettim.

İyi ettin. Ortalığı da kokuttun be kardeşim.

Bendeniz, hâlâ ümitliyim. Yazın da gerilediğimiz 1928‘den beri ( evet, yazı ile bin dokuz yüz yirmi sekiz), edebiyatçılarımız haklı şikayetlerini beyan etmekteler.

 Nesirde geriledik. Düz yazıyı okuyan az.

Şiir karışık; anlayamam nazımı diyen bol.

Hani sarı öküz  vardı ya? Vermeyecektik sarı öküzü.

Kaptırmayacaktık şapkayı.

Hâlâ vaktimiz var; halanız bilemese de.

Kârınızdır; karınız istemese de.

Bilen biri veni aydıtlatsın lütfen. Alfabemizde kaç harf var?

Ve;

Kaç harf olmalıydı?

Vesselâm

Yaşadığımın Delilidir

Ay 4 milyar yaşındaymış.

Kaplumbağalar şu kadar.

Zeytin ağacı bu. İncir ise belki en çoğu bitkilerden.

Kelebekler ise bir gün yaşar, vazife-i ömürlerini tamamlarmış. Öyle derler. Öyle yazmışlar. Okudum.

Bilmiyorum doğru mu? Uzmanlarına güveniyoruz. Bizzat müşahade etmedik. Aslında kolay iş bazıları. Öyle değil mi?

Bir bahçede, bir kırda takılsan bir kelebeğin peşine ne olur?  Bir kutuya kafese koyun demek içimden gelmiyor. Zaten bir gün yaşıyormuş.

Demin bir arkadaşım paylaşmış. CNNTÜRK’de görmüş. “Baklava yemek zararlıymış” dedi. 

Yaw gıdamızın %50’sini karbonhidratlardan almak zo-run-da-yızz.

Her ne ise konuya dönelim. Şüpheci olsak, ölçülü olarak tabii, hiç fena olmaz.

Hayatın keyiflerini kaçırmamalı. Tıpkı kelebeğe reva görmediğim gibi.

Zevklerimizi feda etmemek için, başkalarını harcamamalı.

Hayatta mantıklı izler bırakmalı.

Aynen şu kitap kenarı gibi.

Basit bir iz. Ne diyor? “Kaari  buraya dek okumuş. Sonrasını bilmem ama. Eğer ilerleyen sayfalarda buna benzer çigi görürsen, bil ki oraya kadar gelinmiştir.”

Evet. Böyle diyor.
Okuduğunuzun delili olsun. Bırakın böyle izler.

Kitap sayfaları kıvrılmaktan, okunmaktan keyif alır. Fıtrî  bir işaret.

Hilafet

Hilafet, Cumhuriyet’in alternatifi olmadığı gibi, günümüzde olsa olsa Global Ombudsman olabilir.

Halifelij, ulusal değil, uluslararası bir kurumdur.

Yalnızca bir ülkenin, bir milletin kabul edip tanımasının hiç ama hiç anlamı yoktur. Manasız olur.

Gereği var mı?

Onu iç/dış siyasetçilerin, ülkelere yön verenlerin oturup konuşması gerekir.

Vesselâm 

Yinon Planı

Ortadoğu’da neler olup bittiğini anlamanın tek yolu, planın içindeki birinden duyarak olabilir

Oded Yinon

İsrail’li bir gazeteci.

İsrail Dış İşlerini Bakanlığı’nda çalışmış

A Strategy for Israel in the Nineteen Eighties 

Kitabı bu. Bunu okumadan yapılan yorumlar Farz-ı Muhalden öteye geçemez.

Zekâvet

Matematik

Zordur, sıkıcıdır, keyifsizdir; eğer vâkıf değilsen.

Kolaydır, cazibdir, keyiflidir; eğer vâkıfsan.

10 farklı işaretten oluşan 12 sayı ve sayı kümesi ile oluşturulan saat kadranı, zekâsı eserinde tezahür eden zâtı ışıldatıyor.

Sadece dokuz kullanılmış. 

Keyifli.

Hayata renk, saate ayrı bir ışık, vakite keyif katmış

Ki oturmuş üzerinde düşünüyoruz.

Matematik ile oluşturulan bu san’atli  (sanatlı değil) saat, aynı zamanda edebî de. Rakkamları teke indirirken, san’atını çoğaltmış.

Kur’an da öyledir. İlave ettikçe küçültürsün.

Vakit / Zaman

Benzer gibi görünüyor ama aynı değiller. Bir iş için vakit geldi  daha çok  yakışır. Dakika geldi diyemezsin. Zaman geldi de öyle.

Dersin de vakit geldi gibi aynı anlamı taşımaz.

Zamanı kullanacağımız daha uygun ifadeler de mevcut.

Yıl / sene

Mutlu yıllar doğum gününe çok yakışır.

Mutlu seneler ise yılbaşlarına.

Birş birini tutmaz. Belki sene  kaybolup gidecek bir süre sonra. O ince mânâ da kaybolacak.

Gül. Yagın bir isim. Sözlükten çıksa ne olur? 

Onunla birlikte elli kadar hanım ismi de, mânâları ile birlikte kaybolur.

Ayşegül Tatilde  kitabını anlayamaz bir süre sonra evlatlar.

Pay It Forward. Hoş bir film.

3 kişiyi etkilersen, dünya değişir

Vazgeçmek yok.

Var mısın Yok musun?

​0 ve 1 ile başlayan bilgisayar dünyası şimdilik burada.

0; yok

1 ; var olarak da ifade edilebilir

Varın tersinden yaratan herşeyi Şânı Yücenin sermayesi bu.

Nokta diye de ifade edilebilir.

 ﷻ      ﷺ      ﷽   ﷲ

Bu işaretler  de tek bir işaret aslında.

Eskiden ﷽, en az 19 harf ile ifade edilebilirdi.

Şimdi ise bir nokta ile (﷽)

Bu da başka mucize.

Yaz yaz bitmez.

Bölüüükkk Koşar Adım Arşşş!

Allah’ın yardımı ve zaferi gelip de insanların bölük bölük Allah’ın dinine girmekte olduklarını gördüğün vakit Rabbine hamdederek O’nu tesbih et ve O’ndan mağfiret dile.

Çünkü O, tevbeleri çok kabul edendir.

Nasr suresi.

Kur’an-ı Kerîm’in sondan beşincisi, Nüzul sırasına göre 114. Sure. Okumayı anlamayı nasib etsin Allah cc.

Ortadoğu’da öyle gelişmeler oluyor ki bu sureyi hatırlamamak elde değil.

İtilmişi kakılmışı oynayan, bu rol kendine biçilen Türkiyem ve Ortadoğu’da bişeyler oluyor.

Koşar adım barış (=islam) geliyor gibi sanki.

Allah ömür verirse göreceğiz.

Umudumuz dünya gözüyle görmek.

Şairin dediği gibi

35 yıldır kışım 

Hadi inşallah 

Bahar geldi inşaAllah 

El Halim c.c.

Bizi kurtaran bu İsm-i Cemil

El Halim cc,  es Sabûr cc

Hemen ceza vermeyen, sabreden.

Şükür olsun. O isimler yanlızca zikir etmek için değil. Anlamalı bilmeli. Nedir bu dünyadaki tezahürü? Derûni anlamı ne? Kâinattan ne ders almalıyız?

“Dedem Korkut erik yemiş. Torununun dişleri kamaşmış.” Böyle demiş ecdad.

Yani illa çıkar günahının bir kısmı; ya senden, ya da evladından.

Hz Musa. O yüce peygamber ne sıkıntılar çekti; ne acılar. Naçar kalınca bir gün, İlahî müsaade de çıkınca ayrıldılar vatanlarından. 

Kaçmalarına Kızıldeniz engel oldu.

İzn-i İlahî ile yardı Musa denizi.

Geçtiler. Sahil-i selamete ulaştılar. Yeni bir çağ başlamıştı. Denizin yarılması ilan etmişti saadet günlerini.

Bu büyük ikramın lıymetini bilemediler.

Alt üst ettiler dünyayı. Sımsıkı sarıldılar yalana. Göz alabildiğince her şeyi vaad edilmiş  saydılar. Sahiplenmeye çalıştılar.

İnsanlığa ihanet ettiler, ettiler, ettiler.


Avrasya Tüneli. Denizden kuru bir yol açtı insanlığa. Daha ilk günden İstanbul’a saadet getirdi.

Bana kalırsa bu saadet İstanbul’a ait değil tek.

Tüm insanlığa ilan etti.

İsrailoğullarının eziyet çağları sona ermiştir.

İlan ettiği, Asr-ı Saadet Çağrısıdır.

Mübârekolsun! 

İbrâhim’le* Aynı Mekânda Uyumak

Filistin Al Valajeh’de

5000 bin yaşında bir zeytin ağacı.

Yazı ile beşbin yıl. 

Dile de kolay değil.

Ama gelmiş geçmiş.

5.000 koca yıl ömrün olsa ne. Bitti bitiyor.

Erzel-i ömürde şu an. Bakanlar çaktırmadan acıyor haline; ne zaman yıkılır bu? 

Ayağının tozu olmak O ŞanlıPeygamberin, ne hoş olurdu?

Rahmet olsun.

Ve oldu da elbet; Halilullah.

*a.s.

Hz Mevlânâ Zamanında Dış Hava Sıcaklığı Ne İdi?

“they are usually fairly accurate”

Böyle yazıyor araç sıcaklık ölçerinin işini doğru yapıp yapmadığı konusunda; geçerliliği zayıf.

Araç sıcaklık ölçerinin yerleştiği yer hep merakımı cezbetmiştir. Acaba nereye konmuş olabilir? Acaba doğru mu? O yüzden hep araç sıcalık ölçerinin bulunduğu yerin sıcaklığı şu demeyi tercih ettim; dış hava sıcaklığı şu demek yerine.

Sonuç: Fairly  accurate.  Tam doğru değeri verme şansı zayıf.

Yan dikiz aynalarının oralarda yerleşik çoğu. Bunlar, yol yüzeyinden sıcaklık değerini alıyor. Genelde yüksek çıkıyor gerçek değere göre. Aracın sürüş güvenliği açısından doğru yer tercihi.

Bir kısmı tamponun iç yüzeyinde yerleşik. Bunlar da eğer trafik yoğunluğu varsa hatalı ölçüm yapmaktalar.

Doğru kabuller; kolaycılık; güven.  Artık adı her ne ise. Biri demiş ya. Doğrudur.

Şüpheci olmalı.

Şeb-i Aruz günleri. Konya’daki turizm hareketliliği.

Başlarında mezar taşları (onu temsil ediyor olmalı), kefenlerini giymiş adamlar dönüp duruyorlar. Fonda  ney  sesi.

İyi bir şey yaptıkları  için bol alkış gelmekte.

Acaba O tatlı  adama atfettikleri çalgı çılgı işine hiç dahil olmuş mu mübârek zât? 

Sanmıyorum.

Ki bu merakla baktığım aynaklar da aynı şeyi söylüyorlar.

Tıpkı Mesnevîsi gibi. O da ona atfediliyor.

Oysa eline kalem alıp yazmamış. 

Günümüz insanının uydurduğu gibi meclisde konuşulan herşey yazılıvermiş olabilir mi? 

Tıpkı bugün gibi.

Hatta şu Alman dölü olmanın rahatsız etmeyeceği bir şahsın şiiri, yukarıdaki elfaz gibi o şanlı zâta atfedilmiş.

Tarzı değil

Şekli değişik

Lisanı uymak

Akidemize ters.

Olsun. Biri dedi ya. Kabul edelim?

Bastonunu 1960’da Bırakmış

​1960 ihtilalinde yüzbaşı olan bir *eskimiş* askerle tanıştım az önce.

– *İnsanlık ölmüş*, diye lafa girdi. *60 ihtilalini biz yaptık* diye öğündü.

-Abicim biz pek hoşlanmayız 60 ihtilalinden dedim.

– *Demokrat Parti çok zulmetti bu millete* dedi.

-Neymiş o ? dedim.

– *Köy Enstitülerini kapattı* diyebildi.
Oymuş.

Buymuş zararı Adnan Menderes’in.

56 yıl geçmiş. Bu O’nu incitmiş. Himmeti bu kadar.

56 yıldır unutmadığı bu.

Elinde baston 

Beli kırılmış. Tek baston yetmemiş, beni çağırdı. 

– *Az öteye götür beni* dedi.

Götürdük.

Kırılan şeyini *beli* sanıyor.

Aklı, fikri, iz’anı, saadet-i dareyne vesile olacak herşeyi kırık.
Beli tutulmuş.

1960da tabancası tutukluk yapmamıştı.

Tutulan boynu.

Artık, sanmam ki eğilebilsin Hak karşısında.

Şu Kaldırılası Dinî Bayramlar

Pazartesi

Salı

Çarşamba 

Perşembe 
Böyle denk gelince 9 gün tatil oluyor güzel ülkemde.

Hak edene verilsin istiyorum.

Müslüman ise, ctesi pazar çalışsın. İzini kapsın.

Beni dinleyen yok.

Olmayacak da.

Labor Day

Yok değil. Day değil week

Labor Week

Dini para olan Amerika’da 1 hafta tatil: EMEK HAFTASI; eylülün ilk haftası.

Wahshi capitalism

Başka ne beklenir?

Yalancı Tevbe (?)

17 aralık olmuş uyanmamışsın,

25 aralık olmuş uyanmamışsın,

Papa’nın eli öpülmüş uyanmamışsın,

Müslüman kız ile hristiyan erkek evlendirilmiş uyanmamışsın

Ezandan Muhammed  (sav) çıkarılmış uyanmamışsın…

Şimdi

15 temmuz olmuş uyanmışsın.

Yemezler

Darbe başarılı olsaydı uyanacakmıydın?

Yogh

Yemezler

At terli!

644

​25 ekim 1955.

644. Turna kuşunu yaparken ölmüş Sadako Sasaki.

Hiroşima’nın serpintisi gelmiş bulmuş onu yıllar sonra. 

Japonlar inanırlarmış ki, bir insan 1000 kağıttan *Turna kuşu* yaparsa dileği kabul olurmuş.

644’de kalmış.

Geri kalan 356 kuşu arkadaşları tamamlamış.

O gün bugündür turna kuşu, barışın resmidir; sembolüdür.
Aslında ihlasın sembolü olmalı turna kuşu bundan böyle; inancın, vazgeçmeyeceğimin.

Hz İbrâhim’in eteğinin altında şimdi, himayesinde, onun çocuğu, onun ümmeti.

Rahmet-i Rahmân çepeçevre kuşatmış durumda.

Ne mutlu ona.

Bize de ders olsun